Kültür mirasının, ürünlerin temelinde boy göstermesi aslında toplumca yabancı olduğumuz birşey değil. Yeşilçam'ın raflarında bulunan yaşlı film makaraları ve daha yakın dönemde televizyonlarımızı süsleyen, popülerlik sürecine Asmalı Konak ile başlayan diziler örnek gösterilebilir rahatça. Özellikle hareketli görüntüler düşünüldüğünde, kültür mirasımızın ürünleştirilmesine hiç de yabancı olmayan bir toplumuz. Ama bugüne kadar gerek Osmanlı ve Selçuklu mirasları, gerek dönemsel çalışmalar, gerek ise zamansız yöresel yaşamın yansıtılmasında birçok hassas detayın atlanmasına alışkındık. Çünkü bu çalışmalar yereldi, daha doğrusu ulusaldı. Kıyafetler, kumaşlar, dekorlar, hatta makyaj malzemeleri bile dönemlerinden kopuk çıktı birçok kez karşımıza. Ama şimdi bu sayfa kapanıyor ve ulusallık yerini uluslararası olmaya, kültür mirasının ilhamı da daha çok bir markaya dönüşüyor.
"Küreselleşme" kavramının önemli ayaklarından bir tanesi de insanların fiziksel olarak bağlı oldukları coğrafyanın dışında bölgelerin kaynaklarına, fikirlerine, tarihçelerine, yaşam şekillerine, kısaca hayatlarının anlarına çok daha rahat dokunabiliyor olmaları. Bu temas sayesinde sadece bizden olanı değil, birçok ülkede neredeyse aynı anda yayımlanan programlar ile kendimizi eğlendirmemiz, eğitmemiz, veya hüzünlendirmemiz olası.
İşte bu "aynı medya ürünlerine bağlı olmak" yapısında belki de bir ülkeyi bir diğerinden ayırabilecek en hassas şeyler uluslararası pazara sunulacak ve kültür mirasından ilham alan ürünlerdir. Çünkü kültür mirası, özellikle bir coğrafyanın, bir tarihin, bir birikimin eseridir. Sadece mimari yapılar ya da el işleri değildir kültür mirası. Alışkanlıklar, bunlarla iç içe olunduğunda ortaya çıkan deneyimlerdir. Küreselleşmede herkesin aynı şeyleri izlediği, aynı esprilere güldüğü, aynı lugatı kullandığı bir zamanda farklılık, farkındalık bu şekilde ateşlenebilir.
Bizim de kültür mirasımızdan ilham alan ürünlere bakış açımız bu noktada değişir. Bizlerin ulusal seyir zevkinin ötesindedir, çünkü uluslararası pazarda bizi, daha doğrusu markamızı temsil eder. Bu marka bizim uluslararası irtibarımıza az ya da çok etkide bulunan bir faktördür. Bu noktanın farkına varmamız, yanında bir sorumluluğu da getirir ki, zamanımızdaki yönetim bunu anlayamamış durumdadır:
Her ürünün kullanıcı/izleyici kitlesi var
Eğer konumuzdaki ürün bir otomobil olsaydı, bu aracın kullanıcı kitlesi için oluşturulan bazı kavramlar dile getirilirdi. Özgürlüğüne düşkün, fevri, eğlenmeyi seven ya da sorumluluk sahibi, aile ferdi, güvenilir gibi. Birisi dört kapılı bir minivan tanımlarken, bir diğeri iki kapılı vahşi bir arabayı tanımlardı. Peki bu anahtar kavramlar satın alacağınız aracın yegane özellikleri midir? Bu arabanın sileceği yok mudur? Frene basarsanız durmaz mı? Radyosu yerine ekmek kızartma makinesi mi vardır?
Tabi ki hayır!
Ama bu özellikler, arabanın kullanıcı kitlesine çarpıcı gelen özellikleri. Bu otomobili alacak olanlar, öncelikle bu noktaları bilmek ve bunlara çekilmek isterler, çünkü aradıkları bu özelliklerdir. O nedenle her otomobil, kendi kullanıcı kitlesine çekici gelecek şekilde tasarlanır, her otomobil herkese uygun değildir.
Bunu otomobil örneğinden dizi ya da film örneğine alırsanız, arada çok fark olmadığını görürsünüz. Burada kullanıcı kavramı izleyiciye dönüşür. Ama istekleri, izlediğinden beklentisi benzer kalır. Tarihsel doğruluk isteyen birisinin Yeşilçam bünyesinde çekilmiş herhangi bir Malkoçoğlu ya da Battal Gazi filmi ile ilişkisi olamaz. Benzer bir şekilde televizyon dizileri de düşünülebilir. Tarihsel doğruluk hiçbir dizinin tanıtım politikası değilken, bunun talebi insanı komik duruma düşürür.
Hiçbir ürün tüm vasıfları taşımaz
Bağlantılı bir başka nokta, kültür mirasının insanlara, olaylara, yerlere, yani birçok şeye bağlı olmasıdır. O nedenle yapılan herhangi bir prodüksiyonda bir kavramın her yönden incelemesi beklenemez. Bu kavram ister bir padişah, ister bir kahraman, isterse bir savaş olsun. Tüm açılardan bir olayın işlenmesi gerek zaman, gerek ise bütçe açısından mümkün değildir. Bu nedenle yine üstteki maddeye başvurarak izleyici kitlesini cezbedecek nokta ne ise bunun üstüne odaklanılır.
Burada yanlış birşey yok, çünkü bugüne kadar hiçbir bakanın ben filmlerde oyuncuların neden tuvalete gitmedikleri ile ilgili bir serzenişte bulunduklarına şahit olmadım. Zaten film, dizi, öykü gibi çalışmalarda 7 gün 24 saat akan bir süreç genelde gösterilmez. Çoğu zaman atlamalarla, dönemlerin pas geçilmesi ile dolu olan bu çalışmalar hikayeyi anlatan kişinin biraz önce bahsettiğim ilkelerce "doğru" olduğuna inandığı kareleri sıralar bize. O nedenle bir padişahın seferleri, eğer ki çalışmayı yürüten ekibin planında yoksa, bu yanlış bir sunum olmaz. Yine ben kimsenin bir şehzadenin atlanan yaşlarını ya da bir anda büyümelerinin hesabını soran bir bakan da görmedim.
Nedense bu tür noktalar hep atlanıyor, bak sen şu işe!
Her ürün az ya da çok markaya etkide bulunur
Gelelim marka olmanın acı kısmına: Yaptığınız herşey, özellikle iletişimin ve veri depolamasının bu kadar yoğun olduğu bir çağda markanıza etkide bulunur. Ama burada da dozu ayarlamak o kadar kolay değildir.
Öncelikli olarak, bir markada "Tutarlılık" önemli bir şeydir. Aldığınız gazlı içeceğinizin tadının bir anda daha şekerli olması, kullandığınız oda spreyinin kokusunu bir anda daha az aromalı yapması, üç yıldır gittiğiniz ve aynı yemeği yediğiniz restoranın aşçı değişikliği ile daha tuzlu servis sunması hoş karşılanacak şeyler değil. Çünkü markaya karşı olan sadakat, bağlılık bu tür temeller üstüne kurulu. Bir kültür mirası da, uluslararası arenada markalaşıyorsa eğer, bu markanın ürünleri arasında tutarlılık esastır. Ama özellikle film, dizi, roman gibi yaratıcı endüstriler ve sanatın iç içe geçtiği konularda tutarlılığın dozajı riskli olabilir.
Çünkü karakterler, olaylar ya da yerler insanların hoşgörüsüne, ekibin bütçesine, ya da ortaya çıkmış olan gerçeklere göre farklılık gösterebilir. Bundan 16 yıl önce bir padişahın sinema perdesinde eşcinselliğe işaret eden hareketlerde bulunması kimsenin ölümünü getirmezken (ki bu çağda artık cinsel tercihlerden korkmayı tartışmayalım artık, baş ağrısı yapıyor), bugün sadece harem kapısında fazla gezen bir padişah yüzünden bir ekibin ekmeğinin kesilmekle tehdit ediliyor olması bu anlayış konusuna çok çarpıcı bir örnek olabilir.
Ürünlerin markaya etkide bulunması sürekli tutucu ve yeniliğe kapalı olunmayı gerektirmez. Çünkü gerçek ya da asıl olan gibi kavramlar kültür mirasında, özellikle yüzyıllar öncesine uzanıyorsanız biraz şaibelidir. Geçen haftaki yazımda da belirttiğim üzere ne zaman ki bir insanın hayatında elimizde olan kaynaklar dışında doldurma yapmaya başlarız, o zaman gerçeği bükmüş oluruz. Yani tarihi bir kahramanın 2 yemeğinin arasında dişini nasıl temizlediği, yatmadan önce nasıl bir ritüeli olduğu, ya da tarihçilerinden uzakta nelerin hayalini kurduğunu bilmediğimiz ve bunlar hakkında hikayeler yazmaya başladığımız zaman, kültür mirasını kurgu ile şekillendirmiş oluruz. Asıl olanı ona şahit olanlar dışında kimse tam olarak bilemediği için, tarih de onu kayıt altında tutanların görüş ve yorumları ile bezeli olduğu için kurgunun kültür mirası ile ilişkisine ürkek bir çocuk gibi bakmamak gerekir. Çünkü kurgu, zaten kültür mirasının her bir noktasında öyle ya da böyle kendisini gösterir.
Kültür mirasının markalaşmasını engellemek, bağnazlıktır
Burada daha fazla konuyu dallandırıp budaklandırmanın bir yararı olacağını düşünmüyorum. Alt başlığın kendisini yeterli derecede ifade ettiği ortada. Kültür mirasının ürünleştirilmesi bir tarih dersi değildir, insanlara "gerçeği, yalnızca gerçeği" sunmaz. Tarihin bir bakış açısı ile sergilenişidir. İçeriği de yaratıcı ekibin;
* Neyi ilgi çekici gördüğüne,
* Neye bütçelerinin yettiğine,
* Döneme dair ne bilgilere sahip olduklarına,
* Ve bu bilgilerin ne kadarını kullanmayı seçtiklerine,
* Sonuçta da bunları nasıl bir araya getirdiklerine göre değişir.
Nihayetinde kültür mirası ürünleştiğinde, son sözü tüketiciler/izleyiciler verirler. Bu tür konuların bir insanın iki dudağının arasında olması hem rezilliktir, hem de kendi kararını verme ve eğer ki uygun görmüyorsa, seyretmeme hakkına sahip olan halkı küçük duruma düşürmektir. Bu polemik Muhteşem Yüzyıl dizisi ile gün yüzüne çıkmış olsa da, aslında kendilerince "doğru" ve "gerçek" tarihi göstermeyen herşeye savaş açan sözde "koruyucular" yeni bir olgu değil. Ama eğer ki toplum bu sözde koruyucular ile aynı fikirde olsaydı, bugün polemiğin merkezindeki dizi izleyicilerini yığınla kaybediyor olurdu.
Çünkü içeriğin zenginliği ve bunun anlaşılması başka bir tartışma olsa da, içeriğin yanlış ve yalan olması, izleyiciyi gücendirip kızdırması konusu farklıdır.
Son olarak da kendi düşüncelerini ürünün yapımcıları ile tartışmak yerine farklı görüşte olduğu için insanları işsiz bırakma yolunu seçen kişileri de ne insancıl, ne eşitlikçi, ne de ileri demokratiktir. Bugün ana akım medyadaki kültür mirasından ilham alan ürünler, kara bir leke olmaktan çok ama çok uzaktalarken havadan nem kapan idareciler yüzünden yaftalanıyor olmaları ise bizim kendi kara lekemizdir.
Bir dahaki konuşmada başbakanın dizilerde tuvalet sahnelerini talep etmesi dileği ile. Gerçi senaryonun dışına çıkıp tuvalet peşinde koşanın başına ne geldiğini 1993 yılında Steven Spielberg bir T-Rex vasıtasıyla gösterdi bize. Demek ki neymiş? Gerçek hayatın bire bir kopyasını beyaz perdede istemek hoş olmuyormuş... (SK/AS)