Ermeni Soykırımı sırasında tehcir kafilelerinin yolları ağırlıklı olarak bugünkü Kuzey Suriye’de, ölüm kamplarında sonlanmış olsa da bir bölümü Ortadoğu’nun içlerine doğru ilerliyor, Musa Dağlılar ise deniz yoluyla Mısır’ın Port Said limanına ulaşıyordu.
Mısır’daki Ermeniler, Fransız güçlerinin desteğiyle bir lejyon oluşturuyordu. 1 Şubat 1919’da “Ermeni Lejyonu” adını alacak olan “Doğu Lejyonu” Fransızların en önemli güçlerindendi. Bugünkü İsrail ve Filistin topraklarının Osmanlı’nın elinden çıkmasına neden olan muharebelerden Arara Savaşı’na da katılmışlardı.
Garabed Tozluyan anlatıyor
Kudüs çevresindeki topraklara sürülen Ermenilerden olan 1903 Zeytun doğumlu Garabed Tozluyan, bugün İsrail sınırları içinde kalan Arap köyü Arara’da, 19 Eylül 1918’de Osmanlı’ya karşı kazanılan savaşı şöyle anlatacaktı:
“Her yerden, Musadağlılar, Kesablılar, Hüseynikliler, Adanalılar, her yerden fedailer Fransızlara yardım etmeye gitmişti; zira Kilikya’yı Ermenilere vermeyi vaat etmişlerdi. Bizim Ermeni fedailer Fransız generale: ‘Biz o Nablus Mevzii’ni alırız’ demişlerdi. General sormuştu ‘Nasıl alacaksınız?’ Ermeniler şöyle cevap vermişti ‘Bu senin için değil; biz Türklerden intikam alacağız, yeneceğiz’ General ise ‘Yenerseniz, size bağımsızlık veririz; size Kilikya’yı veririz’ demişti. Ermeni gönüllülerin gözünü kan bürümüştü; onlar ‘Hurra! Hurra!’ diyerek saldırmış, mevziyi almış, yenmişlerdi.”
Musa Dağ’ın son müdafiisi: Zafer kazandık
Prof. Verjine Svazlian tarafından toplanan ve Belge Yayınları tarafından basılan Ermeni Soykırımı anlatılarında yer alan bir başka anı ise, savaşa doğrudan katılanlardan biri olan 1885 Musa Dağ doğumlu Movses Panosyan’a aitti. Kendisini “Musa Dağ muharebesinin yaşayan son müdafisi” olarak tanıtan Panosyan, o savaşı şöyle anlatıyordu:
“Biz Fransız Ordusu’na gönüllü yazıldık; Ermeni Lejyonu’nun temelini attık. Her taraftan, Kharberd’den (Harput), Sıvas’tan, Arabkir’den, Huseynik’ten, Kilikya’nın her yanından Ermeni yiğitler gelip bizimle birleştiler; Nablus Cephesi’ne gidip, dövüştük, kazandık. İngiliz bizim büyüklerimize şöyle dedi: ‘Böyle yiğitleriniz olduğu için, siz bizim kralımızdan da zenginsiniz.’ Arara Muharebesi’nde zafer kazandığımız için hepimize para verdiler...”
Arara Savaşı’nda lejyonun başarısı, bazı Ermeni ozanların Türkçe yazdıkları şarkılara da yansıyordu:
“Birer birer saydım dört sene oldu,
Ermeni askeri Nablus’u aldı,
Ermeni askeri bin beş yüz kişi,
İngiliz, Fransız şaştı bu işe”
Ermeni lejyonerleri Fransız ve İngiliz komutanların takdirini de kazanıyordu. Kudüs’ü ele geçirmesi nedeniyle “Kudüs Fatihi” unvanına sahip olan İngiliz General Edmund Allenby, 12 Ekim 1918 günü Ermeni Ulusal Delegasyonu Başkanı Boğos Nubar Paşa’ya gönderdiği telgrafta şöyle yazacaktı:
“Emrimde bir Ermeni alayı olduğu için gurur duyuyorum. Onlar parlak bir şekilde savaştılar ve zaferde büyük bir payları oldu.”
Askeri başarının ardından Musa Dağlı Ermeniler Osmanlı’nın elinden çıkan anavatanlarına geri dönüyorlardı. Movses Panosyan, bu dönüşü anılarında şöyle aktaracaktı:
“1919 yılında herkese kendi memleketine dönme izni verdiler; biz de Musa Dağ’a gittik. Baktık ki, evlerimiz yakılmış, yıkılmış, harabeye çevrilmiş. İnşa etmeye, düzeltmeye, bağ, ağaç dikmeye başladık. Sonra da Musa Dağ’da bizi kurtaran geminin şeklinde, üzerinde bir haç olan bir anıt diktik...”
“Fransızlar ve İngilizler verdikleri sözleri teker teker unuttular”
Fakat bölgenin kaderi soykırımdan yaklaşık 20 yıl sonra değişiyordu. II. Dünya Savaşı yıllarında Fransa ve Türkiye anlaşıyor, İskenderun-Antakya bölgesi önce Hatay adıyla bağımsızlığını kazanıyor ardından Türkiye’ye iltihak ediliyordu. Ve bu süreçte Ermeni nüfusun büyük bölümü bir kez daha yer değiştirecek, anavatanlarını terk etmek zorunda kalacaktı. Panosyan’ın da hatıralarında anlattığı gibi yeni toprakları bugün Lübnan sınırlarında olan Anjar olacaktı:
“1939 yılına kadar rahat yaşadık, o zaman Fransızlar ve İngilizler Ermenilere verdikleri sözleri teker teker unuttular ve Aleksandret [İskenderun] Sancağı’nı, Musa Dağ’la birlikte Türk’e hediye ettiler! Biz ne yapabilirdik? Türk’le birlikte yaşayabilir miydik? Her şeyimizi topladık, Suriye kıyısına, Pasiti ovasına doğru yola çıktık. O gece, öyle bir yağmur yağmaya başladı ki, her şey ıpıslak oldu... Bizim halk nereye kaçacağını bilmiyordu; altına sığınabileceğimiz ağaç da yoktu. Isınmak için bütün gece yağmurun altında dans etmeye başladık. Sabah, pek çok insan hastalanmış; hastalar ise ölmüştü. Sonra, bizi Ayncar’a (Anjar) götürdüler; orası da açık bir ovaydı. Evler inşa etmeye, bağlar dikmeye başladık; su getirdik. Birkaç yıl içerisinde Ayncar’ı cennete çevirdik. Orda portakal, limon, ne aklına gelirse yetişiyordu.” (SK/BK)