Fotoğraf: Canva
İlk gençlik yıllarımda içeri alındığım bir iki gözaltını saymazsak, "ben hapishanedeyken" diye anlatacak bir anım yok.
"Ben askerdeyken..." diye başlayıp erkek erkeğe anlatacak hiç ama hiç bir anım da yok.
Ancak bu yaşıma dek bir değil, birçok hastane anısı birikti.
Aslında bir iki tanesini daha önce de paylaşmıştım şimdi anımsadım....Hani o ölümle burun buruna geldiğim bir iki hayat memat macerasını yazmıştım sana.
Şimdi hastanede çekilmiş bir iki fotoğrafla, sosyal medyada, hastahane giysileriyle, ''arkadaşlar merak etmeyin, gayet iyiyim!'' deyip paylaşmak da vardı, ancak elde askerlik ve mapushane anıları olmayınca, hastahane maceramı ballandıra ballandıra anlatmam şart!
Bugünden başlarsam en azından hayatı güncellemiş ve ''sayfayı temize çekmiş'' olurum...
Bu hastaneye bundan altı sene önce ilk kez yine hasta olarak gelmiştim.
Dört sene önce de sonradan hayatını kaybeden kuzenim Can'ın ölümü beklemek için bir başka yere götürüldüğü güne kadar aylarca gelip gittim.
Can resmen dokuz ay kadar bu hastanede yaşadı.
Sonra da buradan alınıp bir ''son durak'' ölümü bekleme evine taşındı ve bir süre sonra da genç yaşında hayata veda etti.
Benim bu maceram henüz ikinci gününde.
Ve bu ikinci gün, annemin aramızdan ayrılışının tam 28. yıldönümüne denk geliyor.
Aklıma gelmedi değil; annem, annesi ebemin ölümünden 16 yıl sonra bir gün arayla hayatını kaybetmişti.
"Ben de bugün ölsem, çok epik bir hikaye olur" diye düşünmedim değil...
"Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan"
Nereden başlasam bilmem ki!
Dönüp dolaşıp aynı yere geliyorum... "Evdeki hesap çarşıya uymaz!"
Bunu söylerken memleketin mutfak ekonomisinden bahsetmiyorum! Kelimenin tam anlamıyla benim o çok sevdiğim sözü anımsıyorum. Meksika filmi "Amores Perros"ta ihtiyar kadının aynen söylediği gibi; "Tanrıyı güldürmek istiyorsan ona planlarından bahset."
Ben sana önce o günü anlatayım...
Güzel bir Cumartesi sabahı, dünya güzeli genç arkadaşım Mesut ile "hadi biraz yürüyelim açılalım, sonra sana bir kahvaltı ısmarlayayım" deyip benim evden çıkıyoruz...
Planda bir iki yere uğramak, konuğumu önce amcamlara götürüp onun da selamını almak var.
Sonra akşama Tülin Ablanın doğum günü var! Mesut da zaten o nedenle onca yolu uçup gelmiş, akşama bol yemekli bol şaraplı bir yemekle Tülin Ablamızın 87'inci yaş gününü kutlayacağız...
Arkadaşlar var, sazlar var, türküler var!!! Rakı var, dans var, caz var her şey var...
Bizim meşhur Pike Place Market'in girişinde klasik Virgina Inn'de ben bol meyveli ve tatlı soslu French tost, arkadaşım da bol etli ve üzerine kırılmış yumurtalı bir "hash" istiyor.
Yemekleri beklerken Henry'e ''Abi bak bu delikanlı arkadaşımla tanışman gerek'' diye bi text atıyorum... Ondan ''Gelin!'' yanıtını sevinçle karşılıyorum ve Mesut'a Henry'yi anlatıyorum...
Daha önce Henry hakkında sana yazmıştım ama son aylarda yaşadığımız önemli bir ayrıntıyı özellikle yazmadım.
Onun da bir hayatta kalma macerası var!
O başlı başına ayrı bir hikaye...
Yoldan geçerken restoranda beklediğimizi gören uzun zamandır görüşmediğim fıstık gibi bir arkadaş yandaki restorana davet ediyor bizi. Yemeklerimizi yedikten sonra Mesut bir sigara yakıyor ''abi ben dışarıda bekleyeyim'' diyor, ben sadece dostlara selam vermek, hatırlarını sormak için giriyorum. Dan ve Nancy ile Yuma kahvaltılarını yapıyorlar; hiç yaşlanmadığımı söyleyip beni şımartıyorlar...
Tipik bir Seattle Nisan sabahı, yağmur çiseliyor... Mesut'a ''Biz turist değiliz! Ancak turistler şemsiye kullanır!'' diyorum.
Hemen oracıkta bizim pazardan meşhur laleler ve defnelerle yüklü bir buket kapıp Henry ve Anne'in evlerine yürüyerek gidiyoruz...
Seattle'ın lüks apartman binalarından birinde kapıdaki görevli Henry'yi arayıp "ziyaretçiniz var" diyor...
Çatı katına çıkıyoruz... Anne California'da.
Dakika bir, gol bir...
Henry Mesut'u soru yağmuruna tutup, ''Otur bakalım bilgisayarın başına'' deyip Türkçesiyle onun beynini didikliyor...
Sonra ''O zaman hemen gidelim bana yeni bir bilgisayar alalım!'' diyor. Tam Henryce! Bu iş anında bitecek!
Mesut da aynı heyecanla ''Tamam gidelim alalım, Sedat Abiye de yeni telefon alacaktık zaten, hemen kurarım'' diyor.
Ben ''Bir şartla, senin arabayı ben kullanırsam gideriz!'' diyorum...
Henry son aylarda aldığı son model elektrikli arabasını kullanmama izin veriyor...
Yaşasın!...
Aslında sesli söylemiyorum ama heyecanım ve sevincim onun arabasını kullanacağımdan değil, onun araba kullanmayacak olması.
Garaja iniyoruz...
Ben şoför koltuğuna kuruluyorum...
Henry yanımda, Mesut arkada.
''Ayağını frende tut, düğmeye bas''! ''Emrin olur üstat!''
Arabanın çalıştığının bile farkında değilim.
Sessiz sedasız yavaşça ilk iki katı çıkıyoruz.
Henry, garaj kapısının açılabilmesi için biraz daha yanaşmamı öneriyor...
Sonra sağ baldırımda bir el hissediyorum... Önce Henry'ye bakıyorum... ''Beni neden dokunarak uyarıyor?'' diye soruyorum kendime...
Sonra arkaya bakıyorum, acaba Mesut mu dokunuyor bana arkadan uzanıp diye...
Dizime düşen el benim elim!
Garaj kapısı açılıyor... Yavaşça bir iki kat daha çıkıyoruz...
Henry, ''Sedat!! Dur'!! Hemen dur!!! Nasılsın? Nasıl hissediyorsun kendini?"
Yanıt verdiğimi sanıyorum ama ağzımda sözcükler dolanıyor...
''İyiyim...'' diyorum...
Mesut da heyecanla ve kaygıyla omuzumdan sarsarak ''Abi iyi misin?'' diye ısrarla soruyor.
Henry, ''Sedat sen araba kullanacak durumda değilsin, hemen in yer değiştirelim'' diyor...
Arabayı durdurup yer değiştiriyoruz, Henry sürücü koltuğuna oturur oturmaz 911 acil servise telefon ediyor...
Garajdan çıkar çıkmaz hemen oracıkta park edip ambulans bekliyoruz. Henry bana sonradan ilk müdahale eden ekibin, beş dakika geçmeden geldiğini söylüyor.
Hemen sonra ikinci ambulansın gelişi ve benim hastaneye götürülüşümün toplam yirmi dakikaya sığdırıldığını söyleyeyim...
Arada sorulan soruları tam anlamadığımı ve yanıt veremediğimi biliyorum...
Swedish Hastanesi Cherry Hill acil serviste sedyede çevremde olanı biteni izlemeye çalışıyorum...
Üst üste yağan soruları yanıtladığımı sanıyorum, ama ağzımdan çıt çıkmıyor... Başımda bir ağrı...
Sağ yanımda bekleyenleri ayrı ayrı göremiyorum. Daha doğrusu sağ yanımdakilerin hareketleri bir hızlı çekim gibi...
Nereden nasıl geldiklerini, birden nasıl göründüklerini çözemiyorum.
Bir ara sevgili yeğenim Deniz'i görüyorum...
Onun ne zaman, nasıl geldiğini, nasıl haberi olduğunu düşünemiyorum.
Başımda bana birbirinden değişik sorular soranlara ''Beyin kanaması mı geçiriyorum?'' diye sorduğumu anımsıyorum.
''Hayır!'' diyor doktor.
Ama eliyle bir takım işaretler yaparak Deniz'e nasıl bir yol izleyeceklerini anlatmaya çalışıyor...
Anında alındığım Catscan'da beynimde bir pıhtı olduğu keşfediliyor.
Bu arada beni bir bekleme odasına aldıklarında Henry ve Deniz ile aynı odadayız.
Deniz sorular soruyor...
''Benim adım ne?'', ''Senin adın ne?'', ''Senin işin ne?'', ''Ben ne iş yapıyorum?'', ''Annenin adı ne?''...
Bunları birkaç gün sonra benimle sohbet ederken çektiği kısa videolardan öğreniyorum.
Başımda bir ağrı...
Bir süre sonra odada verdikleri anestezi ile derin bir uykuya dalıyorum.
Ben mışıl mışıl sızmışken sağ bileğimde atardamardan girip beynime dek gidip pıhtıyı dağıtmışlar...
Gözümü açtığımda her şey o kadar net ve berrak ki, o hızlı film yerini sakin ve normal bir akışa bırakıyor...
Sağ bileğimde atardamarın kanamasını durduran kelepçenin yarattığı morluk, bütün vücudumdaki kablolar, kalbimi, tansiyonu, oksijeni ölçen cihazlar... Bir yandan verilen serum... Her şey gerçek!
Hiç aç değilim! Fena beslenmiyorum anlayacağın.
Beni yoğun bakıma aldıklarında birbiri ardına gelen yakınlarıma heyecanla başımdan geçenleri anlatmaya çalışıyorum.
Herkes ''lüften sakin ol'', ''heyecan yapma!'' diye uyarıyor...
Kimlerin nasıl ne zaman haber aldığı konusunda kuşkuluyum... Sosyal medyada mı paylaştı birileri diye düşünüyorum.
''İnsanın seveni çok olsun!'' diyorum!
Merak ve kaygıyla memleketten telefonla bağlanan abim, hastanede ne işim olduğunu sorunca "anamızı ziyarete gittim, çok kızdı bana, ne işin var diye bağırdı çağırdı, beni kovdu ve kabul etmedi" diye dalga geçiyorum...
Önce bir fizik tedavi uzmanı sonra da bir konuşma uzmanı geliyor... Bir değil birkaç kez geliyorlar.
Yoğun bakımda ilk gece uyutmuyorlar. Saat başı uyandırıp kandaki şekeri ölçüyorlar...
Sonra tekrarlanan aynı sorular...
Adın ne? Doğum tarihin? Neredesin? Neden buradasın?
''Her şey normal gibi... Ama biz seni 48 saat tutacağız.''
Fizik tedavi uzmanı ile bir iki saat aralıkla koridorda yürüyoruz.
''Önünde bir paket var şimdi onu aşacaksın, ne yaparsın?'', ''Şimdi önünde yol külahları var nasıl yürürsün?''
İlerlemek için hayatta çok zigzag yapmak zorunda kaldım. ''Tecrübeliyim'' diye dalga geçiyorum...
Bir konuşma uzmanına gösterdikleri resimde gördüklerimi anlatıyorum... Yetmiyor, ''Bir de yaz!'' diyorlar...
Elime kalemi aldığımda biraz tedirginlik duyuyorum... ''El yazın çok güzel!'' diye kompliman yapıyor güzel terapist!...
''Biliyorum!'' diye ukalalık ediyorum... '' Maskeni indir gül cemalini göreyim!'' diyorum.
Neşem yerinde...
Sanki hiç bir şey olmamış gibi güne devam ediyorum.
...
Hastaneye gelişimden yaklaşık 48 saat sonra evdeyim.
Hastahaneden günde üç kez aranıyorum...
Nasılım, günüm nasıl geçiyor? Kan inceltici ilaçların önemi...
''Take it easy!'' diyorlar... Yavaştan al... Yorma kendini...
Yıllar yıllar önce eski bir dost bana ''Sen küçükken kenar süsü yapar mıydın?'' diye sormuştu...
Ben de hiç sektirmeden ''Evet, sadece kendime değil, sınıf arkadaşlarıma da kenar süsü yapardım, hâlâ yapıyorum!'' diye yanıtlamıştım...
Küçük mutlulukların eksik olmasın...
Kenar süslerin renklensin, daha da güzelleşsin...
''Hayat, gelecek planları yaparken yaşadıklarımızdır!'' mı demişti John Lennon?
(SU/AÖ/EMK)