Gelenektir, üniversitenin bitmesine az zaman kaldığında kafa karışıklıkları oluşmaya, soru işaretleri belirmeye başlar. Ve yine başka bir geleneğe göre de çocukluğunu Ankara'da geçirmiş kişiler merakla karışık korkuyla bakarlar İstanbul'a. Hem çocukluğunu Ankara'da geçirmiş hem de İletişim Fakültesi'nden mezun olmasına bir yıl kalmış birisi olarak çok ama çok kararsızdım.
"Sektöre mi atılsam, okulda mı devam etsem, sektörden korkmalı mı, İstanbul beni de yutar mı" sorularına, bir de benim başıma her daim bela kararsız yönüm eklenince işin içinden çıkamadığım pek çok uykusuz gece geçirmek işten değildi.
Bir cesaret staj başvuruları yapmaya başladım sonra. Bianet'e yazdığım başvuru mail'inden bir yarım saat sonra geldi sevgili Haluk Kalafat'ın maili: "Ağustosta bekliyoruz seni." Anlaşılan ağustos benim için soru işaretlerinin ya çözüleceği ya aralarına yenilerinin ekleneceği bir ay olacaktı.
Ve başladım bavulumu hazırlamaya. Detaylı hava durumu raporlarının mihmandarlığında hazırladığım bavuluma bir de soru işaretlerimi, korkularımı, merakımı ve babamın okuduğu çocukluk masallarından kalma kahramanların cesaretini koydum.
Yabancı bir şehirde staj
İstanbul'a ilk adım. Korkak, çekingen ama bir o kadar da meraklı. Daha önce sadece birkaç günlüğüne sırt çantamla geldiğim İstanbul'a bu kez bir ayı aşkın süreyle kalmak, deneyimlemek, ilerisi için karar vermek için sırt çantasıyla değil kocaman kocaman bavullarla geldim.
İstanbul trafiğine alışık olmamamdan mütevellit geç kaldığım bianet'te staja başladığım ilk gün geliyor sonra. Çukurcuma'nın kedisi bol, yokuşları dik sokaklarında koşar adım, elimde internetten çıktısı alınıp işaretlenmiş haritayla ve nefes nefese kalmış bir halde ulaşıyorum bianet'e. Çok sevdiğim eski dönemlere ait bir binanın merdivenlerin tırmanırken fotokopi çekmeyi bilmediğim, yaptığım kahveler yeterince iyi olmadığı için hayıflanırken buluyorum kendimi.
Ekin'in açtığı şarkılardan birisiyle giriyorum kapıdan içeri. Sıcak karşılanıyorum, şaşırıyorum. O kadar çok hikaye dinlemişim ki günaydın deyişlerine cevap alamayan, koli bantlayan, kahvem neden soğuk olmuş diye azar yiyen başka yerlerde staj yapmış arkadaşlarımdan. Şaşırmamam olası değil.
Bir yandan günlük gazeteleri okurken bir yandan da fotokopi makinesine kötücül bakışlar atarken yakalıyorum kendimi. Diğer yandan da acaba kimseye çaktırmadan arama motoruna "iyi kahve yapma teknikleri" yazsam mı diye düşünüyorum.
Derken Nilay geliyor yanıma. Habere gideceğimi ve orada bir söyleşi yapıp, haberi öyküleştirmemi istediğini söylüyor. Bir kez daha ve bu sefer daha fazla şaşırıyorum. Koşar adım gidiyorum tarif edilen yere. Orada tanışıyorum 71 yaşında, çocuklarının kayıp mezarları peşindeki, barış annesi Döndü Ergin'le. Ve Döndü Anne, uzun süre kulaklarımdan silinmeyecek o cümleyi söylüyor bana: "Halkımız çıkıp vatan sağ olsun diyor. Vatan yerinde duruyor. Ölen bizim çocuklarımız."
Başına gelen küçük şeyleri bile dünyanın en büyük felaketiymiş gibi algılayan ben, o gün acı çekmiş, çekmeye devam eden, gözlerinden kaybı okunan bir anneyle öğreniyorum acı ne demek, kayıp ne demek. Bianet sayesinde tanışıyorum acıların en büyüğüyle.
Haberden gelip metni yazmaya başlıyorum. Bir saat sonra haber sitede yayınlanmış durumda. Ellerim titreyerek tıklıyorum haberin üzerine. Benim kelimelerim, benim cümlelerim, benim ismim, üstelik bianet'te. Ağlamak, gülmek, mutluluktan çığlık atmak üzere olduğumu hissediyorum. Çukurcuma'nın o dik sokaklarını koşarak çıkabilirmişim gibi bile hissediyorum. İlk günün bitiminde ofisten çıkarken fotokopi makinesine "ben yendim" bakışı atmayı da ihmal etmiyorum.
Yüzümde tebessüm izleri
Başka başka haberlere de gidiyorum sonra. Önce en sevdiğim filmlerden Sevmek Zamanı'nın yönetmeni Metin Erksan, ardından filmin Boyacı Halil'i Müşfik Kenter kaybediyor yaşamını. Sevmek Zamanı, veda zamanına dönüşüyor bir nevi. Sevdiğim iki ismin de cenaze törenine katılıp onlara sessizce teşekkür etme ve haklarında veda yazısı yazma şansı yakalıyorum. Çok sevdiğim arkadaşım Uğur Egemen'in o güzel hikayesini anlatma fırsatını da veriyor bana bianet. Haberim Ermeniceye çevrilip haber sitelerinde yayınlanıyor. "Ağustos Turgut Uyar ayıdır" başlıklı bir yazı yazıyorum sonra. En sevdiğim mısraların şairine naçizane bir teşekkür ediyorum bu yolla.
Cumartesi Anneleri haberine gidiyorum. Hayatımda ilk kez acının ve mutsuzluğun sirayet ettiği bu kadar çok insanı bir arada görüyorum. Aynı kelime yetiyor seslerinin titremesine, gözlerinin dolmasına ve bakışlarının uzaklara dalmasına. Acının bir araya getirip kenetlediği bu güzel insanların fotoğrafını çekerken ellerim titreyip gözlerim doluyor. Acı her cumartesi, Galatasaray Meydanı'nda o kadar gerçek ve dokunulabilir ki...
Başka başka sitelerde haberlerime, yazılarıma rastlıyorum. Benim ismim ve bianet'in de imzasıyla. İsmimi gördükçe, altında benim yazdığım kelimeleri, kurduğum cümleleri gördükçe yaşadığım mutluluğu tarif etmem imkansız. Üstelik benim gibi yazma eylemini hayatında önemli bir yere koymuş birisi için, mutlulukların en güzeli hiç tanımadığım kişilerin yazılarımı, haberlerimi paylaşıp üzerine konuşuyor olması.
Bianet'te yaptığım stajın sonlarına gelmişken, son haberimi yapmak üzere İstanbul Modern'e gidiyorum. Sözünü Sakınmadan etkinliği var. Ve üstelik konuk Yekta Kopan! Heyecanım ve mutluluğum bu sefer üst seviyede. Daha önce hayatımın ilk röportajını gerçekleştirdiğim Yekta Kopan'ın karşısına bu sefer bianet muhabiri olarak çıkıyorum.
Küçük Kara Balık'ın izinde
Bir ayı aşkın süredir kullandığım yolları kullanarak gelirken stajımın son gününe kedisi bol, yokuşları dik, eskici dükkanlarından yaşanmışlık, sahaflarından saman kağıdı kokusu yayılan Çukurcuma sokaklarını özleyeceğimi hissediyorum.
Her sabah selam verdiğim esnafı, başını okşadığım uzun tüylü beyaz kediyi, ofisin gıcırdayan tahta yer döşemelerini, sigara içtiğim köşeyi, oturduğum bilgisayarı da özleyeceğimi biliyorum. Tıpkı Haluk Bey'in güleryüzünü, Ayça'nın şen kahkahalarını, Yüce Bey'in karizmatik ses tonuyla kullandığı eski kelimeleri, Çiçek'in içtenliğini, Nilay'ın sevimli-telaşlı hallerini, Ekin'in şarkılarını, Nadire Hanım'ın kapılıp gittiğim büyülü yanını özleyeceğim gibi.
Kelimeler yeter mi bianet'in bana kattıklarını anlatmaya, kişisel hikayeme eklediği kaydadeğer şeylerin coşkusunu yansıtmaya, teşekkür etmeye, bilmiyorum. Ama ben buradan yüzümde güzel tebessümlerin iziyle ayrılıyorum. O gelirken attığım korkak adım ise İstanbul'a yeniden, bu sefer yaşamak için geleceği günün derdinde ve özleminde şimdiden.
Fotokopi makinesi mi? Onunla da düzelttim arayı. Kimbilir belki de sandığımın aksine hiç ilişkimiz olmadığından.
Hani gelirken bavula koyduğum soru işaretlerim ve korkularım vardı ya. Geri götürmüyorum onları. Hani bir de masal kahramanlarımdan bahsetmiştim, babamın okuduğu masalların kahramanları. Behrengi'nin Küçük Kara Balık'ında bir yer vardır severek okuduğum ve der ki orada Küçük Kara Balık: "Balıkların çoğu yaşlandıkları zaman ömürlerini boşu boşuna geçirdiklerinden yakınırlar. Sürekli sızlanır, lanet okur, her şeyden şikayet ederler. Ben bilmek istiyorum. Gerçekten de yaşamak dediğimiz şey şu bir avuç yerde yaşlanıncaya kadar dolaşıp durmaktan mı ibaret? Yoksa dünyada başka şekilde yaşamak mümkün mü?"
En sevdiğim masalın kahramanı Küçük Kara Balık'a ve başka türlüsünün mümkün olduğunu öğreten bianet'e sevgilerle. (İD/YY)