Şöyle giriyorum konuya: Bu yazı bana ait bir yazı değil! İlkokul arkadaşım İlknur Güçlü tarafından kaleme alındı. Küçük Karabalıklar film galasına kimlikler üzerinden söyleyecek olursak iki Türk olarak gittik. İlknur’u filme davet ettiğimde şunu düşünmüştüm: Küçük Karabalık’ların iç titreten hikâyesiyle her Türk yüzleşmeli… Ve arkadaşımdan kendi yüzleşmesini yazmasını dilemiştim, ne mutlu ki gerçekleşti.
Yüzleşmemizi tamamladık mı, bilinmez ama arkadaşımın yazısından sonra Küçük Kara Balıklar’ın bu yüzleşmede iyi bir köprü olacağına bir kez daha inandım(k). Öyleyse sizi İknur’la baş başa bırakıyorum, sevgiler…
Tülay Bingöl
Bir gün ani bir davet ile katıldığım bir film sayesinde uzak dünyaların kapıları sıfatıma açıldı.
Bir Cumartesi gecesi ondokuz suları İstiklal Caddesi ve karmaşıklığı ve yolum nihayetinde Beyoğlu Sineması. Galası olan bir yapım. Küçük Kara Balıklar… Nedensiz ve bilinçsizce gitmeye bu kadar istekli olmam. İçimde bana yüklenen ‘git’ nidaları, aklımın yenilişinin adı olacakmış... Kokteyl öncesinde de, sonrasında da öyle bir hal amma...
İlkokulun bana yadigarı canım kıvırcıkımla buluşup mekana doğru ilerledik. Bir indim ki merdivenlerden sanatçısından siyasetçisine onlarca insan; saç-sakal harmanı yaşayan beyefendiler, repisrenkli, salaşından, şıkından, ekseriyetle esmer kadınlar... Ben nereye düştümü yaşadım, itirafımdır. Ortada biraz aval aval bakışlarımı savururken etrafa, bir noktada kal geldi bana; o nokta, Sırrı Süreyya Bey’i gördüğüm andı. Dınınım çekti içimdeki ses. Kaygılıydım zaten de, ürperdim işte n’apmalı. Oldu bir kere. Mamafi meraklanmaktan da alamıyorum kendimi. Zira beyaz perde aşığı bir kişiyim ve bunca tezata rağmen gözlerime serilecek hikaye içimde bitmek bilmeyen bir heyecan yaratıyordu.
Sonra dedik bir nefes alalım haydi dışarı çıkalım başlayana kadar. Nefes almak tezat düşebilir evet. Kapıda dumanlı aygıtı içimize çekerken belgeselin yönetmenlerinden birinin muhabbetine de nail oldum. Tanımıyorum tabii, kelimelerini cümlelerini tartmaya, dumanlı aygıtla olan ilişkisini gözlemeye, mimiklerini algılamaya, kendi çapımdaki sanı olgumu pekiştirmeye çalışıyordum. Yani özetle bu belgesele gözleri, yüreği dokunan insanın nasıl biri olduğunu anlamaya çalışmaktı yaptığım. Biri geldi sonrasında başlıyoruz, dedi yönetmenin kulağına. Haydi gidelim o zaman.
Merdivenlerden aşağı indik, salona girdik evet kalabalıktı öncesi. Amma salonu öyle görünce hınca hınç bir kalabalıktan söz ediyorum, hayretlenmelerim geçmiyor gitmiyordu. Öyle ki onlarca insan ayakta ve biz de onlardan ikisi. Onca insanın yarattığı ambiyans elbette çok da masum değildi. Havasızlık ve sıcaklık diz boyu. Kalabalıklık aslında güzel bir şey de neyse. Gösterim öncesi konuşmalar dil farkı ile. Hımm lamalarım artıyor. Beklemedeyim merkez diyorum içten; içsel sesim susmuyor..
Kısa zannettiğim ve ayakta başladığım izleme durumum çömelerek devam etti ilerleyen dakikalarda. En samimi yanı da buydu sanırım. Hangi yapımı bir sinemada bağdaş kurarak izleyebilir ki insan. Şanslıydım bence. İnsanın zorlukları çoğaldıkça hazzı da aynı oranda artıyor, nedensiz.
Ve çömeldik yere ışıklar kapandı ve gizli kapı gözlerim önüne açıldı...
Küçük bir çocuksun düşün haydi seyahate çıkalım seninle; kısa ama derin bir yolculuk olacak bu. Dedim ya düşün ki yıllar öncesi çocuksun; bugünden bakınca hatırlayabilecek kadar çocuk!
"Evine giren üniformalı insan yığınları var. Eşyaları, aileni; itip-kakan, talan eden, bir şeyler arayan belli ki; insanlar.. Bazen aranan bulunur bazen bulunmaz ama her halukarda fiziksel, sözsel şiddet eşlik eder bedenine, sevdiklerine. Ekseriyetle evin erkekleri götürülür haber alamaz, göremez, konuşmazsın. Düşün çocuksun sebep n’olursa olsun babanı alıyorlar yanından ya dönüyor ya dönmüyor babasız kalıyorsun.
Düşün çocuksun seni götürüyorlar itiyorlar kakıyorlar zaman sonra evine dönüyorsun köydesin üç kuruş etmeyecek kadar değersiz duvarlar arası zaten evim dediğin ve yanıyor gözlerin önünde. Kimsen yok çocuksun ve son kalen yakılıyor. Çocukluğun yakılıyor, sevdiklerin, anıların, gülmelerin yakılıyor. Yakmayın abi diyorsun da alıp seni göreceğin şekilde bağlıyorlar ellerinden ayaklarından küfürler savuruyorlar, anlamıyorsun. Sadece ağlıyorsu. Sonra senden olan bir zaman sonra gelip özgür kılıyor bedenini, halbuki onların içinde. Onların içinde amma aynı zamanda senin içinde. İçin için ağlıyorsun.
Sonra çocuksun yine köyde gezerken aniden bir patlama içinde kalıyorsun. Onlarca ameliyat geçiriyorsu.. Bir gözünü bir kolunu kaybediyorsun. Mayınlar onlar tarafından döşenmiş. Ve sen onlardan değilsi.. Zaman geçiyor, Diyarbakır’da koşu yarışı düzenleniyor. Katılmak istiyorsun, katılıyorsun da. Yirminci oluyorsun, seni tatmin etmemesi yanında düşünüyorsun sonrasında bedensel kaybı olmayan insanların önüne geçmişsin o zaman diyorsun başarılıyım ben. Sonra çalışmalarına hız kazandırıyorsun. Onların adına yarışmalara katılıp madalyalar getiriyorsun, ülkene!
Bir kız çocuğusun mesela; babanı alıyorlar yanından üç yıl olmuş görüşemiyorsun. Geleceğe yönelik meslek sorgulamaları yapıyorsun. Ya dedektif olacaksın ya bilim insanı. Dilinden çıkan cümlelere hayretle bakıyorum. Dedektif olmak için polis olmak gerekliymiş ama babamı götürdüler ben polis olmak istemiyorum ki. Ya bilim adamı; ondan da vazgeçtim çünkü devletle bağlantılı çalışıyormuş. Çalışmak istemiyorum neyle bağımlı yaşadığın devletle.”
Doksanlı yıllarda çocuk olmak ile bugün çocuk olmak arasında görülen fark çok derin.
Düşün bir; sebep ne nasıl kim kime neden böyle orasında değilim. Bu hikayenin en başkalaşım yaratan noktası o kadar insani o kadar normal ki, ben bunu hissettim derinden. Kız çocuklarına-kadınlara tecavüz edildiği, evlerin yakılıp-yıkıldığı, evin erkeklerinin götürüldüğü-getirilmediği ya da geldiği ama aynı kalmadığı, fiziksel-bedensel eziyetin hunharca yaşandığı-yaşatıldığı bir coğrafya gördüm ben.
Çocuğum ve yalnızım. Çocuğum ve kimliksizlikleştiriliyorum. Çocuğum ve sevgisizim. Çocuğum ve ilgisizim. Bu ve daha fazlasının bana kattığı sınırsız bir öfke ve akabinde intikam alma telaşı. Ve bu sebeple bir yanda onikilerinde, onbeşlerinde dağa çıkan; bir yanda o kalabalık ailelerde imkansızlıklar içinde okuma-bilme-öğrenme deliliğine didinen çocuklar. Kimi kurşunla kimi aklıyla alma niyetinde intikamını.
Düşün modern çağın imkanlarından onca faydalanan sen, ben. Hakkımızda; işte okulda, ailede, sülalede; öylesine söylenen bir şey yüzünden bile delice hırslanıp nasıl öfke nöbetlerine giriyoruz. Nasıl bir ağzının payını verme deliliği oluşuyor şuurlu benliğimizde. Ve hani büyüğüz. Ya da çocukken nasıl da şımarığız Doğu’daki çocuklara göre…
Öfkeler belki yıllar bağlamında törpülendi elbette unutulamaz. Ama şimdilerde devam eden olaylar kapsamında bugünün çocuklarının o zamankilere göre daha derin nöbetlere girmeyeceği konusunda maalesef iyimser olamıyorum.
Onlar, çocuklar bağlamında kurduğum ayrılık sadece betimlemeden ibaret. O bile yanlış ya neyse. İnsan olunmalı önce. Ocu-bucu, Türk-Kürt olmamalı ayrım noktamız. Geçmişte herkes herkese zulmetti açık. İnsanın olduğu yerde vahşilik uç boyutta bir fiil farkındayız da. Şu akıllı geçindiğimiz modern çağda her şeyde olmasa da insanlık noktasında ortak bir paydamız olsa. Hani insanız ya!
Hırslarımıza, ekonomik iktidarımıza, egolarımıza boyun eğmesek daha fazla. Çünkü aslında her şey bu ‘benci’ lik merkezinden geliyor. Kendini herkesten üstün görme aklı bunları bize her defasında yeni baştan yaşatıyor. İzin vermeyelim kendimize. Ambargolayalım, egomuzun esiri olmayalım daha fazla, ne dersin?
Evet nicedir bir şeylerin daha farkında daha eleştirel ve daha ortada bir yoldan gittiğimi sezinliyordum da. Hikayenin bunca dünyamdan uzak olduğunun ispatlanması aklıma hayret verici. Nasıl bir farkındasızlıkmış bu bendeki.
Hani siyasete girme niyetinde değilim de istemsiz girdim ucundan bucağından. İnsanların bazı olaylar kapsamında sadece iktidar yanlısı olmamasından dolayı katılması aslında ne acı. Çünkü maalesef yakın çevrem, arkadaşım, dostum, hısım-akrabam benim kadar bile düşünemiyor. Hani ben de matah bir şey değilim de. Yani daha fazla ırkçılık, siyahilik, beyazlık noktasında kalmasak. Ten renginin ne önemi var mühim olan insan olmak.
Allah’ım bizleri insan eyle!
Ve uzun zamandır beni böylesi etkileyen, dünyamdan uzak olması bakımından da yine bunca etkisi altına alıp beni düşündüren, fikirlerimi olgunlaştıracak olduğuna inandığım bu yapıma emeği geçen, gözümün önüne seren herkese sonsuz sevgiler, hürmetler.
Ve hikayenin gerçekliği ile yaşadıkları acıları zorlukla dile getiren ya da getirdiğini hissettiğim insanlar, kardeşlerim; Allah sizin acılarınızı hafifletecek şeyler yapmamızı nasip etsin bize. Ne demeli bilemiyorum payıma düşen ne var ise bu konuda inanıyorum o yola götürecek beni Yaradan.
Ve de parklar çocuksuz kalmasın. Çocuklar daima gülsün diye.
Umutla, insanca.
Empati yeteneğinin daha bir farkında olmak dileğimle. (TB-İG/HK)