* Prof. Dr. Nedret Öztokat Kılıçeri'nin küçük İskender'in 50. yaş günü nedeniyle Sözcükler dergisinin 52. sayısında 2014'te yayımlanan yazısını paylaşıyoruz.
"Kokuşmuş ara sokaklarda sürünüyordum ve
gözlerim kapalı sunuyordum kendimi ateş tanrısı güneşe"
Rimbaud
küçük İskender’in şiiri sözün gücünden gelen ve dilin imge olanaklarından sonuna kadar beslenen bir yapıya sahiptir; bu yapının çevresini de okuru kavrayan bir büyü, bir hâle, bir çekim alanı kuşatır. İlk okuduğum dizelerinden, şairin ellinci yaşında Sel Yayıncılık’tan çıkan Elli belirsiz[1] seçkisine kadar hiç değişmedi bu izlenim; her okuma, her buluşma bu büyü duygusunu verdi.
1980’lerde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi koridorlarında, günümüzde seksenli yıllar diye filmlere konu olacak yasaklı yönetmelikli, siyasal soluğu alabildiğine kısır bir mantığa sığdırılmış o tuhaf dönemde öğrencilik yapan bizler için edebiyat itici güç, başkaldırı biçimi, alt-üst olup güdük bir formata indirgenmiş, tam kavranamayan yeni bir “dünya düzeni”ni yeni bir söylemle kavramanın bir yolu gibiydi: Bir umut, bir duruş kazanma, bir cesaret arayışı, dilin sonsuzluğunda yeni imgelerle yeni bir dünyayı kurma olanağıydı. Edebiyat bize dar gelen dünyanın sunduğu gücül bir enerjiydi ve büyülüyordu.
O yılların büyülü edebiyat evreninden onlarca anlatı kaldı imgelemimde, öğrenciyken okuduğumuz Fransız yazarların yanı sıra, dünya edebiyatının ustaları ve kendi yazarlarımızın dünyasında kaybolduk bile isteye. Bizim kuşaktan genç bir şair olan küçük İskender şiiri seksenlerin başında aykırı ve büyüleyici bir şarkı olarak zihnimde bir yerlere çakılı kaldı, hiç gitmemecesine. Gözleri yüzüne sığmıyordu…
Şiirinin büyülü hâlesi Arthur Rimbaud’yu, Charles Baudelaire’i çağrıştırıyordu; dünyaya meydan okuyan aykırılığıysa Jean Genet’yi: “İnsanların çılgın bir imgelemi varsa karşılığında büyük bir şiir yeteneği olmalı: bu dünyayı ve değerlerini yadsımak, güçlü ve güvenli bir etki uyandırmak üzere” [2] derken. Ahlakın insansal/toplumsal maskelerini düşürmek isteyen bir yazarın, “şiir b..k kullanma ve size yedirme sanatıdır “diyecek kadar Kötü’yü yüceltmiş, kutsallaştırma ve yerin dibine batırma arasındaki çelişkiyi yaşam ve yapıtının ana yörüngesi yapmış [3] Genet’nin aşk seremonileri kadar çarpıcıydı sevda dizeleri, onun gibi, ironik bir bakışla ahlak kalıplarıyla hesaplaşıyordu. Aziz Genet’nin sürek avını andıran, koşar adım geçmiş yaşamından sözcüklere dökülen çarpıcı, irkiltici ve baş döndürücü imge evreni, yüzyıllar öncesinden ağabeyi François Villon’un Asılmışların Baladı’nın o benzersiz lirik tonu ve şiirinde hüzün ve alayla ölüme göz kırpan küçük İskender’in sesi nasıl bir akrabalık içindeydi, her okumada sormadan edemedim.
Yıllar sonra, Yves Bonnefoy’nın Fransız şiirinin delifişek oğlu Arthur Rimbaud için kullandığı “bir gün ateşi çalmayı istemiş şair” ve “ateş hırsızı” benzetmesi [4] küçük İskender’i anlatacaktı bana-; sözcük ve imge birliğinin olası buluşmalarından çıkacak anlam olanakları ve dilsel ve yazınsal sorgulamalarla verili kodların dışına taşıdığı sözcüklerle dokuduğu şiirsel yaratımın, Rimbaud için olduğu kadar, küçük İskender için de söylensel bir nitelik taşıdığını, şairin kişisel ve yazınsal söyleninin anahtarını sunduğunu düşündüm. Hoş Rimbaud yazışmalarında “duyulmayanı duyan” bir kahin olmayı arzuladığını ve şiiri bu şekilde yenileyeceğini sıklıkla belirtmiştir. Geleneksel ölçü dizgesi içinde kalarak sözcük ve dil düzeyleriyle ilgili bir çabaya girişmiştir [5]küçük İskender ise hem biçim, hem içerik açısından yeninin arayışını sürdürürken, dizeleri, kahinliğe soyunmadan, imgenin ve dilin işçisi ozan olmayı, yazgısına ve zamana tanıklık etmeyi seçen bir şairin kişisel söylenini (mythe personnel) kurgulamaktaydı.
: “… tenimdeki tüm yabanıl bitki örtüsü /biz birbirimizin çatalı bıçağı/ biz bir yutulmaz lokma gibi kaldı boğazımızda” (“Çin Lokantası”, s.71) Tenin “yabanıl bitki örtüsü” bedenin kösnüllüğünü, çıplaklığını aynı zamanda da sıradanlığını şiirin gerçeği yapar, artık arzu üretmemeye yazgılı bir bedene dönüşmesini düşündürür; ayrılık olduğuna göre anlatılan, tanıdık sözcükler temel bir duyguyu aktarmakla yükümlüdür; ayrılığın, bitişin, hatta ölümün duygusu. Aynı şiir “dağlar, dersini verir acının kuşkusuz/ aslolan, savruk ruhlara yakışan sahici ölümler bulmakta, yoksa kimin kimin tabutunu çakacağı mühim değil/ gecenin koynuna ihanet, bir orospu gibi sokulmakta!” diye sürer, yaklaşan bitişin kaçınılmazlığı, arzunun azalmasıyla sevgiliye biraz meydan okuma, biraz kırgınlık, son dizeye geldiğimizde ise sitem vardır: “Beni sevmene izin vermeyeceğim/ diye yazmıştın kapımdaki not defterine;/ ben de eklemiştim altına:/ “aşkı dövmek lazım/ kalbe terbiyesizlik ettiğinde” (s.72). Sevgiliyle hesaplaşma, şiiri bir baştan diğerine kuşatır, “Seni öldürdüm biliyor musun? Aldım ağzını,/ Yüreğini, insanın nesi varsa, neyiniz varsa” diye sitem eden Rimbaud gibi derinden bir kırgınlık, yoksunluk, kırgınlık eşlik eder ayrılıklara.
Üniversite yıllarımdaki hevesli okumalardan belirgin bir izlenim daha: Şiirin karanlık, uçsuz bucaksız, kıpır kıpır sularında birçok sesle, sözle, sezgiyle ve duruşla kesişiyordu küçük İskender’in dizeleri. İmgeleri sürekli kurcalıyor, deyim yerindeyse hırpalıyordu sözcüklerin içinde can bulduğu dilsel ve yazınsal kodları. Karanlık bir yanı vardı bu şiirin ve tuhaf bir büyü, buğu gibi yükseliyordu. Yıllar sonra, algılamaların ve yorumlamaların karşısına pervasız dikilen imgelerle ardına kadar okura açılan bu kapıdan sızan büyünün özel bir retorik olarak tanımlanması gereğini kavradım. Büyünün temelinde, eldeki dilsel gereci yepyeni kalıba döken özgün bir retoriğin yer aldığını, kendi keskisiyle şairin biçtiği karanlık ışıltılı madenlerden yontulmuş bir şiir estetiği olduğunu anladım zamanla. Uzmanların “poetika” dediği.
Edip Cansever’lerin, Turgut Uyar, Ece Ayhan’ların pırıl pırıl burçlarıyla kamaşan gökyüzünde, yükseklere gerilmiş incecik ipe bir çırpıda tırmanmış cambaz çevikliği ve gözüpekliğiyle bir mucize gibi yükseliyordu şiirin büyülü dünyasında bu genç nefes. Yıllar içinde her yapıtı ya da her şiirine rastladığımda en ufak bir değişim olmadı bu algımda. Özel bir burç olarak şiirin göğünde ağaracaktı. Yaşamın aykırı ezgilerini, duygunun her rengini, yengiyi yenilgiyi, insan yüreğine ait ne varsa şiirin imgesine taşıyacaktı.
Elli yaşına elli şiirini seçtiği Elli belirsiz küçük İskender’in yaşamının bir fotoğrafı, yaşam albümü, özyaşamöyküsü. Okurken Prometheus, Sisifos ve daha nice söylen kahramanının küçük İskender’de yaşadığını düşünmeden edemedim. Yazgılarıyla yüz yüze gelmeleri, bilincin keskin ışıltısında kendi cehennemini görmeleri ve yüreklilikle indikleri o cehennemi kibirsizce taşımaları bize küçük İskender’in dizelerinden yükselen şiirin çağrısını anlatıyordu. Yaşamın kendisine, yaşamın ayrılmazı ölüme bir tebessüm, gülünesi ya da acıtıcı yanıyla, yaşamın olanca trajikliğine bir nazire; kocaman bir ironik kahkaha; öznenin tüm yaşadığını sese/ söze getirmeye gönüllü bir iççağrı: şiir.
Prometheus’a dönecek olursak, büyük yazarların kimilerince, “insanlara gökyüzünün ateşini, bir başka deyişle esini getiren anlaşılmamış bir deha” olarak gördükleri bu kişilik Titancılığın en önemli temsilcisi olarak belirir: “Tanrılar tarafından yeryüzünde kurulmuş olan ve kendisine ne akılcı ne de ahlaklı gelen düzeni protesto eder ve bu düzene başkaldırır” [6]. Yirminci yüzyılda dinlerin ve Tanrı’nın ölümlülüğü, inancın, yaratılışın, kuşkunun, kısaca insanın dramının bir metaforuna dönüşmüştür.
“Benim çıktığım rahim, cehennem,/ gülün oyduğu rahim cennet! Bütün bu mağaraların demir zemberek kapılarında babamın spermlerinin yazdığı metinler/ kutsal cehalet yeminleri/ Ölü kardeşlerim/ doğmamış kardeşlerim/ peygamber kardeşlerim/ cin kardeşlerim/ hepsi/ ama hepsi, karanlığın serseriliğinde pervasızca donmuştu/ (s.118). Unutulmaz bir şiir olan “Anneler Oğullarını Affetmezler”, anne -oğul, baba- oğul, anne- baba ilişkisi bağlamına yerleştirilen, oğlunu reddetmiş bir anneye, yas tutmayı deneyen oğulun acıtan bakışının resmi, toplumsal değerler içinde en çok yüceltilen “aile” kavramının tersyüzüdür; olanaksızların zorlu buluşmasıdır. Bu ironik “kutsal aile” fotoğrafı nicesi susulan dramlardan birini, bir tabuyu görünür kılar. Gerilerden sanki Rimbaud fısıldar: “Anne baba, beni siz yaktınız, kendinizi de” [7].
Alabildiğine kırılganlık taşıyan bu sert dizeler arasında, anne, baba ve oğulun bir arada bulundukları gerilim alanında, bu trajik oluşu “öznenin” yaşaması, deyim yerindeyse kabulü, bir duygu olarak sezilirken, dizelerin kendi başına varlığı, ağır ağır söze döküldüğü izlenimi veren ağıttan yükselen bir başkaldırıdır.“İyi”nin içindeki “kötü”yü, ateşi çalar gibi kaçırmış, yeryüzüne indirmiş, ölümlülere ölümlülerin yaşamından bir sahne sunmuştur şair/özne. Anne ve babayla yoksunluk üzerine kurulu donuk sevgi bağını düşünürsek, yine Bonnefoy’nın “metafizik suikast” dediği, insanı kendi varlıksızlığına teslim eden kötünün saflığı sahnede, gözler önündedir. Şiirsel yaratımdan yansıyan dünya dizelerde tüm canlılığıyla var olur, Bonnefoy’nın sözleriyle “Şiir dili varlığı kesinler” [8]. O zaman şiir başkaldırı, susulanı seslemek değilse nedir? Şair Prometheus’un kardeşi sayılmaz mı?
Öte yandan, küçük İskender’in poetikasının ana eksenlerinden biri de durmamacasına sevdaların rüzgarında uçuşmaya bıraktığı yüreğin vuruşları ve hayat içinde bu vuruşlardan yükselen atımların ritmidir: “Çünkü hayat ölümün insana oynadığı en trajik, en mükemmel, en acımasız oyunuydu. Senin için ölüyordum. Durum buydu!” (“Biri ambülans çağırsın” s.84). Aşkın her hali vardır küçük İskender’in şiirinde; incecik kesilmiş ipeksi kağıt parçacıklarına işlenmiş duygusu veren parçalı bir anlatımla verilen anların toplamıdır. Şiddet ve sevecenlik notaları arasında alçalıp yükselen, sarkaç gibi salınan, kreşendo ve dekreşendolarıyla alabildiğine özgün, hüzünlü, kimi zaman coşkun ve insana ait bir aşk şarkısı dizelerden yükselir, modern ve büyük kentin içinde savrulan yalnızlığın tuzaklı, yanılsamalı, bilinmezli, tutkulu, hastalıklı, masum aşk anlatıları dokunur şiir tezgahında. Yaralı bir sevgi ilişkisini dile getirir dizeler. Baş aktörü duyarlı bir beden ve yürek olan başyapıttır her biri: “ovdun ve okşadın beni/çıktı içimdeki cin/ yatağa döküldü/ yatağıma döküldün/ yatağına döküldüm/ ve ben bu sonsuz savruluşta/ o gece/ bütün eski sevgililerimden ince ince söküldüm/ senin oldum!” (“Kanlı Masal”, s.62) Ölümle yaşam arasında sarkaç gibi salınan bu duyarlı yürek kırılgan olduğu kadar yiğittir: “De gülüm! De ki: ela bir günde geleceğim/ istanbul darmadağın olacak,/ saçlarım darmadağın!/… göreceksin –sevinçten ağlayacaksın gülüm- ki o vakit bana –doğrudur!- /şair olmak, seni sevmek çok yakışacak” (“De Gülüm”, s.14).
Küçük İskender’in şiirinin en belirgin çizgisi başkaldırıdan söz ediyorsak, hayatın ve ölüm arasına yerleşmiş alınyazısına bakan şairin Sisifos’la bağını da görmeliyiz. Albert Camus’nün unutulmaz denemesinin son satırlarında vurguladığı gibi, uyumsuz insanın yazgı karşısında duru bir bilinçle durması, olanı görmesi ve uyumsuzu kavraması onu yazgısından güçlü kılan en önemli özelliğidir: “…Sisifos tanrıları yadsıyan ve kayaları kaldıran üstün bağlılığı öğretir… Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter: Sisifos’u mutlu olarak tasarlamak gerekir” [9] diye sona erer bu ünlü felsefi deneme. “Bazı sorulara cevap bulamadım; kuşkusuz gerekli de değildi bu. Soruyu soru halinde bırakıp sahici yanını korumaya çalışmam cehalet mi sanıldı acaba? (“Bir nedeni yok yalnızca öptüm”, s.29) diye ironik biçimde sorsa da varoluşun fay kırıklarına masum bir yeni yetmenin gözleriyle bakıp, yetişkin ruhuyla duygularını dizelere döken keskin bilinç her şiirin ortak paydasını oluşturur. İşkencenin altındaki ruhunun şifrelerine ulaşmıştır şair, şiiriyle bu şifreleri verir okuruna. Yıkıcı olanı, dönüştürülemez trajikliği görmüştür, bilir ve imgeye döker. O zaman da, bilincin ufkunda, sözüyle yazgısının üzerine çıkar şair.
Küçük İskender’in söylensel (mythique) duruşu son bir kahramanla buluşuyor imgelemimde: Sirenlerin adasından denizcilere ulaşan büyülü şarkı/çağrıya kapılarak denize atlamalarını engellemek üzere Orpheus’un yedi teline iki tel daha ilave ettiği kitarasına vurduğu penadan çıkan şarkılarla kulakları dolan Argos kürekçileri yollarına devam ederken, aralarından yalnızca biri, Butes bu çağrıya kulak verir ve denize atlar; yüzerek sirenlerin bu kadın başlı ve memeli kuşların tiz seslerini duymak üzere tehlikeli kayaya yaklaşır; “şakıyan adaya” “şarkıyla büyüleyen” sahile; büyüleyici toprağa, neredeyse toprağa ve ölüm anına bordalayacaktır ki Kypris -dalgaların Aphrodite’si onu dalgalardan çekip alır, Butes Kypris’in içine girer, yapışır, uzaklarda tekrar denize bırakıldığında bir dalgıçtır artık: “çıplak, belirgin, cinsel, küçük beden”dir.
Bu söyleni bize müthiş yorumuyla aktaran Pascal Quignard, argonot Butes’in ayrışmasız, belirsiz sürekli ses, “akritik”e atlamasında insanın en eski, en hakiki çılgınlığını görür; çünkü yitişin müziği dediği, sözden, müzikten önce var olan müzik, “kendini yitirmeyi bilen müzik acıdan korkmaz”, “yitmekte olan … kendini aldatmaz” ve “eklemlenmemiş dilden önce gelen şarkı Yitirilmiş’in yasına sadece dalar, dalar Butes’in daldığı gibi” demektedir. P.Quignard, diğer argonotların ölümcül şarkıya teslim olmamak için ambara indiklerini, böylece denize atlamadıklarını anımsatır, sadece Butes denize atlar: “Butes küreğini bıraktığı zaman, ayağa kalkar. Butes güverteye çıktığı zaman, denize atlar. Butes dans eder” [10]. İnsanın kendinden önce var olmuş o bilinmeyene çekilimini, dilden, sözden, müzikten öncesinin anısında yitme isteğini vurgulaması küçük İskender şiirini de açıklar gibidir: “Hüznün âleminin en ucuna kadar inmeye kim cesaret eder? Müzik.” der Quignard.
Küçük İskender yazgının, yaşamın ve ölümün sınırlarında kurduğu şiirinde ritimlerle, anılarla dolu ruhun şarkısını duymak üzere şiirin çok öncesine atlar, yitirmenin korkusunun henüz yüreğe düşmediği âna özgü doğal bir cesaretle, Butes gibi çıplak bedeniyle kulaçlar atar, bedenin derinliklerinden yüzeye ulaşan akritik bir şarkı varsa eğer, ona ulaşmak üzere; ne de olsa “yitirmeyi bilen müzik acıdan korkmaz”. Kendini aldatmamaya, yanılsamalarda yitmemeye kararlı bir şairin kişisel söyleninin belki de en temelinde, “tek başına hayatta kalmanın ürkünç güçsüzlüğünü” dizelerinin gerisinde hissetmemiz yatıyor olabilir. Şiirin gücü yaşam ve ölümün ötesindeki karanlık kıyılara yüzmek üzere dalgalara atlayan ruhun tanıklığından geliyor olabilir.
Küçük İskender’in poetikası şiirsel imgede neler aradığı ve bulduğuyla açıklanmalıdır kuşkusuz. Dilin olanaklılığını imgenin olasılıklarıyla buluşturmak üzere giriştiği kutsal arayışın güzergâhıdır onun poetikası.
***
Söylenler yaşamın en derin kurgusunu anlatır: İnsanın yazgısına ayna tutar, ne olursa olsun yaşanacak ve yaşamaya değecek insan merkezli bir dünyanın metaforudur. Şiir, öykü, roman, kısaca edebiyat kurucu söylenlerin çağlar içinde yinelenmesi, insanın yazgıyla baş edebilme, ölüme direnme çağrısıdır, her yazarın, her ozanın kişisel söyleniyle anlatım bulur.
Küçük İskender ele avuca gelmez bir imgenin şairi olarak yalnızca kendinin değil, hepimizin bilinç derinliklerinde yatan, can çekişen, soluyan yoksunluk ve acıları üstlenerek yazgının gizemli şarkısını bize taşıyan bir söylen kahramanı; maharet ve zanaati/tekhné, yaratıcı eylem/poiein’le bir araya getirerek, şiirsel yaratımla iç içe geçmiş kendi yaşam serüvenini sürdürmeye yazgılı, kökleri bu toprakların çok eski katmanlarına uzanan bir ozan olarak selamlanmalı ellinci yaşında. (NÖK/DB)
[1] küçük İskender, Elli belirsiz, Sel Yayıncılık, Haziran 2014
[2] Jean Genet, Notre-Dame-Des-Fleurs, Gallimard, 1948, s.188
[3] Edmund White, Jean Genet, NRF; Gallimard, 1993, s.380
[4] “…ama Rimbaud, o sevgiyi baştan yaratmayı, ateşi çalmayı deneyecektir, kahraman nedenselliği adını verdiğim şeyde yer alarak” , Yves Bonnefoy, Rimbaud, Nisan 1999, çev. Ömer Aygün, s.22
[5] Pierre Brunel, Mathieu Letourneau, Paule-Elise Boudou, Rimbaud, adpf, 2004, s.76-77
[6] Yves Bonnefoy, Mitolojiler Sözlüğü, 1.Cilt, Dost, 2000, s.103
[7] Yves Bonnefoy, Rimbaud, Çev.Ömer Aygün, Nisan, 1999, s.12
[8] A.g.y., s.23
[9] Albert Camus, Sisifos Söyleni, çev.Tahsin Yücel, Can Yayınları, 2010, s.140-141
[10] Pascal Quignard, Butes, çev.Turhan Ilgaz, Kırmızı, 2010, s.11-15