*Görsel betimleme: Fotoğrafta, "Küçük Bir Ayrıntı" adlı kitabın kapağı ve kitabın yazarı Adania Shibli görülüyor. Kitap kapağı siyah-beyaz tonlarda tasarlanmış ve merkezinde yırtılmış kağıt katmanları şeklinde bir desen bulunuyor. Kapakta "Küçük Bir Ayrıntı" ve "Adania Shibli" isimleri yer alıyor. Sağ tarafta, Adania Shibli beyaz bir gömlek giymiş, eliyle çenesini destekleyerek düşünceli bir ifadeyle oturuyor.
Refah’taki çadır kent bombalandığı gece uyku tutmadı, benden biraz uzaktaki birileriyle aynı gökyüzünün altında oturduğumuzu, aynı yıldızlara bakıp kederlendiğimizi düşündüm. Ben evimin balkonunda üzülürken, o tekinsiz bir çadırın önünde çaresizliğin yükünü taşıyor olmalıydı. Ne bitmez acı, ne büyük dram…
O coğrafyada büyük acılar çeken, bunları yazan edebiyatçılar da olmalıydı, sahi kimdi onlar? Filistin edebiyatı hakkında ne biliyorum? Kimleri okudum bugüne kadar? Mahmut Derviş; aklıma gelen tek isim, şair, büyük bir şair. Filistin’in Nazım Hikmet’i diyorlar ona.
“Biz kaybettik, aşk da kazanmadı…”
Başka kimse gelmiyor aklıma. Çağdaş yazarları kimler acaba? Bilmiyorum ki. En hayıflandığım konulardan biri de budur zaten; komşularımızın, uzak akrabalarımızın edebiyatına, müziğine, kültürüne olan ilgisizliğimiz. Daha çok okumalıyız, daha çok yazmalıyız bu konuda.
Filistin çağdaş edebiyatından bir yazar
Sizi tenzih ederek kendi cehaletime veriyor, kendimi bağışlamak için yeni hazinemi sizlerle paylaşıyorum. Günümüz Filistin edebiyatına ilişkin minik araştırmam beni Adania Shibli’ye götürdü. Adını duymuştum ama henüz okumamıştım. Tanışmanın tam zamanı. Türkçe olarak bulabildiğim tek kitabı, “Küçük Bir Ayrıntı” oldu. Can Yayınları’ndan Eylül 2021’de Mehmet Hakkı Suçin’in çevirisiyle yayımlanan kitap; aslında kısacık bir roman. Toplam 104 sayfanın içinde aynı konunun etrafında ilerleyen, eşit uzunlukta iki ayrı hikaye.
Shibli’nin bu kitabı dünya edebiyat çevrelerinde oldukça ünlü bir roman. Shibli ve romanı, hem ödüllere layık görülmüş hem de daha geçen yıl iptal edilen ödül töreni yüzünden çokça konuşulmuş. Shibli bu romanı tam 12 yılda yazmış, ikinci bölümü yazabilmesi zaman almış. İyi ki yazmış, iyi ki okumuşum, içimi yakan romanlardan biri oldu.
En sona sakladığım cümleyi hemen yazayım bu kez; eğer bir edebiyat severseniz, bu romanı mutlaka okumalısınız. Başınıza gelecekleri de şimdiden söyleyeyim, hazırlıksız yakalanmayın. Her iki bölümü de okurken sanki oradaymışsınız gibi içiniz daralacak, çölün sıcağı üzerine yapışıp nefes almanız zorlaşırken, üzerinize çevrilmiş namluların altında nabzınız hızla yükselip, kalbiniz sıkışacak. Bir de sayfalar boyunca havlayan köpeklerin sesi kulaklarınıza yapışacak.
Köpekler ve ağaçlar her şeyin tanığı
Romanda hiç susmayan köpekler, her şeyin tanığı. Gördüklerini anlatıyor olabilirler, insanlar anlamıyor. Birbirimizin diline bile tahammül edemediğimiz bir dünyada köpekçe öğrenmek ve olayları onlardan dinlemek hiç aklımıza gelmiyor. Bir de onları öldürmek isteyenler var, insanın insanı öldürdüğü yetmezmiş gibi nefes alan her şeyi yok etmeye kararlı bir canlı türü var aramızda. Onlar başka bir yazının konusu, yine bir kitap üzerinden paylaşacağım düşüncelerimi.
Bu yazıda Filistin’deyiz ve elimizdeki kitap; Küçük Bir Ayrıntı. Bu arada sayfalar boyunca köpeklerin yanı sıra bize eşlik eden ağaçlar da var; onlar sessiz tanık, her şeyi görüyorlar ama içlerine atıyorlar.
Birinci bölüm: Askeri kampta esir bir kadın
“Serabın dışında hareket eden hiçbir şey yoktu.” Romanın ilk bölümü bu cümleyle başlıyor. Aylardan Ağustos, yıl 1949. Nakab çölünde, henüz kurulmakta olan askeri bir kamptayız. “Ağustos sıcağının üstüne çömeldiği kurak Nakab çölünün muazzam uzanışı sayılmazsa herhangi bir var oluştan dahi söz edilemezdi” denilen bir yer ve zamandayız. Filistinliler’in 700 binden fazla insanın sürülmesine neden olduğu için yas tuttuğu, İsraillilerin bağımsızlık savaşını kutladığı dönemler. Birinin felaketi, diğerinin bayramı.
Bu bölümde kazananların (!) arasındayız. Gösterme tekniğini benimseyen anlatıcı o kadar detaydan söz ediyor ki, sanki o kampta bir gözlemciyiz, hakkında o kadar çok detay biliyoruz ki belki de subayın en yakın askeriyiz. Ne kadar yaklaşırsak yaklaşalım sevmiyoruz bu subayı, güvenilmez biri çünkü, bunu anlıyoruz. Çölün kralı gibi dolaşmasından, çektiği söylevlerden hoşlanmıyoruz. Onu sevmemek için çok geçerli bir nedenimiz daha var, henüz bilmiyoruz. Anlatıcının soğuk ve monoton tonlaması iç sesimize dönüşürken, subayın bitmez tükenmez temizlenme çabalarını okuyoruz. Negev’i düşmanlardan temizlemekle bedenini temizlemek arasında bir döngüye sıkışıp kalmış bu adam.
Romanın gizli kahramanlarından biri de örümcekler; komutanı ısırarak ona sıcak gecelerin en büyük ızdırabını yaşatmakla kalmıyor, ona ne kadar temizlik (!) yaparsan yap, doğayla baş edilemeyeceğini öğretiyor.
Çöldeki hayat, subayın iki çavuş, üç asker ile kamptan ayrılıp bir grup Arap bulup, onları öldürdükleri gün değişiyor. “Siyah elbiselerinin içinde böcek gibi kıvrılan kızın” hıçkırıklarına aldırış etmeden, onu ve havlayan köpeği alıp kampa getiriyorlar. Ne kadar kirli görünürse görünsün, ne kadar pis kokarsa koksun artık kampta bir kadın var. Tahmin edeceğiniz gibi kıza çok kötü bir kader yazılmış, onlarca kadının payına düşen acı, travma, dram, trajedi gibi.
“Kızla yolunu bulma imkanı bulma” seçeneği!
Bu bölümde içimi en çok acıtan bölümlerden biri şurası: Subay herkese iki seçenek sunuyor ve birini seçmeye davet ediyor. Ya kızı mutfakta çalıştıracaklar ya da “herkesin kızla yolunu bulmasına” imkan tanınacak. Seçenek! Biliyoruz ki gerçek dünyada da “kızla yolunu bulma imkanı” diye bir seçenek uyduruyor bazı insan müsveddeleri. Dünyanın birçok yerinde, yaşandığını bildiğimiz toplu tecavüzlerdeki akıl tutulması, vicdan çürümesi romanımızda da yaşanıyor.
Kötülüğün bulaşıcılığı iyilikten çok daha hızlı, anında kitlesel bir hipnoz yaratabiliyor, elbette çürümüş ruhlarda.
O paragraftan bir alıntı yaparak, bu bölüme veda ediyorum.
“Askerler, coşku içinde kızla geçirecekleri zamanı nasıl belirleyeceklerini tartışmaya başladılar. İlk günü birinci mangaya, ikinci günü ikinci mangaya, üçüncü günü de üçüncü mangaya tahsis ettiler. Şoför, sıhhiyeci, bakım ekibi, aşçılar ve çavuşlar ayrı bir gruptu.”
İkinci bölüm: Silinen toplumsal hafıza
“Perdeleri takmayı bitirince yatağa uzandım. Karşı tepeden aralıksız bir köpek havlaması geliyordu. Vakit gece yarısını geçmişti. Bütün gün evi temizleyip düzenledikten sonra aşırı yorgun olmama rağmen bir türlü uykuya dalamadım.”
Yeni hikayemiz böyle başlıyor. Olayın üzerinden çeyrek yüzyıl geçmiş, demek ki 70’lerdeyiz. Bedevi kızın başına gelenler çoktan unutulmuş. Artık yeni bir düzen var. Biz de okur olarak, Ramallah’ta genç bir kadının önce yeni bir hayat kuruşuna eşlik ediyoruz, sonra da silinen toplumsal hafızadan arta kalanları arayışına.
Evet artık, kendi hikayesini kendisi yazan bir anlatıcımız var. Korkunca kekeleyen, yeni evi, yeni işi olan bir kadın. Adı yok, vardır da biz bilmiyoruz. Bu romanda kadın kadın, subay subay, asker asker, köpek köpek. Hiçbirinin ismini öğrenemiyoruz. İsimlerin ne önemi var ki?
Sınırları aşmamayı başaranların sayısı pek az
Yeni kahramanımızın hayalleri var, bir de sınırları. Bu bölüm boyunca, üzerine bol bol düşünebileceğimiz sınırlarla ilgili çok şey okuyoruz. Sevdiğim bir bölümü aynen aktarıyorum:
“Buralarda hayatın pek çok sınırları var. Korkunç akıbetlere uğramamak için bu sınırlara dikkat etmek ve ona göre hareket etmek gerekir. Dahası bu sınırlar her şeye rağmen insana tuhaf bir huzur verir. Fakat sınırlar dahilinde hareket etmeyi ve sınırları aşmamayı başaranların sayısı pek azdır ve ne yazık ki ben bunlardan biri değilim. Nerede bir sınır görsem ya ona doğru koşar, üstünden atlarım ya da sinsi bir manevrayla bir adımda diğer yanına geçiveririm. Aslında bu iki davranışım da bilinçli bir tavırdan ya da sınırlara karşı direnmeyi içeren planlı bir arzudan değil tamamen ahmaklığımdandır. Hele bir sınırı geçmeyegöreyim endişe hissiyle dolu derin bir çukura yuvarlanıveririm. Mesele basit bir cahil cesareti meselesidir.”
Bir gün bir makale okudu ve hayatı değişti
Kahramanız bir gün bir makale okuyor. Makalede en çok dikkatini çeken şey, olayın gerçekleşme tarihi, tesadüfe bakın ki o olayın olduğu herhangi bir sabah onun doğduğu sabah! Onca trajik denilebilecek anlatının yanında son derece küçük bir ayrıntı!
“Bir toplu tecavüzün son eylemi olarak ortaya çıkan bu cinayette sıradan olmayan tek şey, olayın tam yirmi beş yıl sonra doğum günüme denk gelmesiydi. Hepsi bu.”
Tuhaflığın farkında, ancak huyunu da biliyor: Öyle ki çoğu zaman, tablonun kendisini değil de tablodaki sinek bokunu görüyor. Bir de onca patlamanın arasında tozlara takmış durumda. Bu olayın üzerindeki tozu da kaldırması gerek… Bu garip isteğinin kaçınılmaz olarak sınırları yeniden ihmal etmenin bir işareti olduğunu söylüyor. Kendini vazgeçirmeyi deniyor, başaramıyor.
Asıl gerçeklik için belki de ayrıntılar önemlidir!
“Aslında olaya genç kızın perspektifinden bakmayı göz ardı eden makalenin eksik bıraktığı asıl gerçekliğe ulaşmak için belki de bu küçük ayrıntıdan daha önemli bir şey yoktur.”
Böyle düşünen kahramanımız önce makaleyi yazan gazeteciye ulaşıyor. Gazeteci bildiği her şeyi yazdığını söylüyor. Daha fazlasını araştırmak istiyorsa İsrail ordusu müze ve arşivlerine bakmalı. Bu özel arşivler Tel Aviv ve Negev'in kuzeybatısında. Bir Filistinli olarak bu müzelere ve arşivlere girebilir mi? Gazeteci buna engel olabilecek bir sebep göremediğini belirtiyor. Kahramanımız da buna engel bir sebep göremiyor; kimlik kartı dışında.
Konuyu açtığı bir iş arkadaşı ona mavi kartını ödünç veriyor. Nihayetinde hepsi kardeş ve birbirine benziyor. Yazar bir saptamasını da şöyle aktarıyor bize: “…burada yaşayan insanlar on yedi yaşlarını devirince çektikleri onca şeyden dolayı genellikle kimlik kartlarındaki fotoğraflarından farklı görünürler.”
Aynı yolda, hiçbir yere varmayan iki harita
Kahramanımız arkadaşının kimliği, başka bir arkadaşının kredi kartıyla kiraladığı arabayla yollara düşüyor. A noktasından D noktasına uzayan, tehlikeli bir yolculuk bu. Onun gözünden yol boyu birçok yer görüyoruz, bazı şeyler yerli yerinde duruyor ama birçok şey farklı. Haritalar mesela… Elinde iki harita var. Biri Filistin haritası, diğeri İsrail haritası. Bedevi kızın köyü acaba nerede? Mezarı belli mi?
Prensipte iki nokta arasındaki en kısa mesafe düz bir çizgidir ama pratikte bu güzergâhı takip edemiyor. Kimsenin gidemediği kısa yol yerine, araştırmasını yapabilmek için olabildiğince az riskli olan bir rotada devam etmek istiyor, İsraillilerin sahil bölgesine giderlerken kullandıkları daha uzun ama daha hızlı olan yolu seçiyor. Bu yolda yaşadıklarını okura bırakacağım; sakız satan küçük kızı, arabasına aldığı yaşlı kadını, kontrol noktalarındaki korkuları Filistinli bu kadınla aynı hisler içinde okuyabilin diye…
Shibli’nin bu romanını ben bedevi kızın trajik ölümüne bir ağıt gibi okudum, yaşadığı acıyla bir hayalete dönüşen ve peşimizi bırakmayan masum bir ruh. Ama aynı zamanda bir simge… Shibli bunun hem bir kızın hem de binlerce kızın hikayesi olduğunu çok net hissettiriyor.
Roman giriş gelişme, sonuç şeklinde ileriye doğru akıyor, okurken öyle okuyoruz. Ancak yolun sonu başına varıyor. Anlıyoruz ki yazar bizi fark etmediğimiz bir satırda dairesel bir anlatımın içine sokmuş. Zamanla birlikte her şey değişiyor sanırken, tarih küçük ayrıntılarla tekerrür ediyor.
Zafer tankların değil, insanın olacak!
Shibli, romanına farklı leitmotiv unsurlar yerleştirmiş. Bir nakarat gibi birçok sayfada yapılan bu tekrarlardan biri de “Zafer tankların değil insanın olacak” cümlesi. İlkinde subay hatırlatıyor bu sözü, kampı kurmak için geldiklerinde yıkık duvarın üzerinde yazıyordu. Sonra kadın kahramanımız Nirim Müzesi’ndeki bir fotoğrafta görüyor, duvarın üzerindeki İbranice bu yazıyı. Daha sonra bir kez de gerçekten duvarın üzerinde okuyor. İngilizce çevirisi “Man, not be tank, shall prevail” şeklinde yapılmış: “Tank değil, insan galip gelecek.”
Bu bir ironi olmalı, çünkü bu savaşın kazananı yok. Çocukların öldüğü hiçbir savaşın kazananı olamaz. Düşünüyorum da; romandaki tarihlerin ve yerlerin hem önemi var hem de yok. Bu acılar o topraklarda yaşandı, yaşanmaya devam ediyor. Bu acılar başka topraklarda da yaşandı, yaşanmaya devam ediyor. Kimse galip gelmiyor. İnsana düşen hep acı.
Hissettiklerini kelimelere döken Shibli’ye bu isimsiz kızın ve anlatıcı kadının acılarını bizimle paylaştığı için, romanı Arapça aslından çeviren Prof. Dr. Mehmet Hakkı Suçin’e özenle seçildiği belli olan her cümle için çok teşekkürler. Romanın adı Küçük Bir Ayrıntı, anlattıkları ise gerçeğin ta kendisi…
“Küçük Bir Ayrıntı”, Adania Shibli, Çev. Mehmet Hakkı Suçin, Can Yayınları, Eylül 2021, 104 sf.
(NG/AS)