Küçük sularda yüzerken, bütün bir insanlık okyanusuna açılan “Altın Balık”ın köklerine ve özüne ulaşma yolculuğunu anlatan, 2008 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Jean-Marie Gustave Le Clézio’nun 1999’da İletişim Yayınları’ndan yayımlanan “Altın Balık” (Poisson d'or) adlı romanının seyrüseferi, bir yazar olarak Le Clézio’nın edebiyat okyanusundaki yolculuğuna benzer.
“Altın Balık”, çocukken kaçırılarak Kuzey Afrika’ya getirilen ve varlıklı bir kadın olan Lalla Asma’ya satılan Leyla adlı bir kadının doğduğu topraklara geri dönüş hikâyesidir. Büyükannesi gibi sevdiği Lalla Asma’nın koruması altında yaşayan küçük “Altın Balık” Leyla’nın, Lalla Asma’nın ölümünden sonra yaşadığı acılar, onda geçmişini arama isteği yaratır.
Geçmişine dair elinde yalnızca hilâl şeklindeki küpeleri olan Leyla, tek başına Fas’tan Güney Amerika’ya uzanan bir yolculuğa çıkar. Onu yakalamak için atılmış oltalara ve balık ağlarına takılmamak için direnen Leyla’nın, küçük bir çocuktan genç bir kadına dönüşmesi bir benlik arayışıyla anlatılır Le Clézio’nun masalsı romanında.
Bir sürgünün, içsel yolculuk romanı olduğu kadar bir coğrafya değiştirme romanı da olan “Altın Balık”; Leyla’nın, yol boyunca tanıdığı insanları ve geçmişinden gelen sesleri, yetişkin olmak için ayna olarak kullandığı bir arayış öyküsüdür.
Sonunda, her yolcu gibi o da kendi coğrafyasına döner. Şiirsel anlatımıyla okurun içine seslenen roman, Binbir Gece Masallarının büyülü anlatımıyla, Batı romanında bir çocuğun büyümesini ve dış dünyadaki yerini seçerek, birey oluşunu anlatan bir kadın “Bildungs” (büyüme) anlatısıdır.
Öte diyarların yaratıcı kaşifi
1940 yılında, Fransa’nın 18. yy. da ki sömürgelerinde bir ada olan Maurituslu Britanya göçmeni doktor bir baba ile Fransız bir anneden, Nice şehrinde doğan Le Clézio’nın tüm romanlarında, Kuzey Afrika ve sömürgecilik sonrasının izleri görülür. II. Dünya Savaşı sırasında henüz bir çocuk olan Le Clézio, ailesiyle birlikte Nijerya’ya taşınır.
Savaş sonrası, İngiltere’de öğretimine devam eden Clézio; bir süre Amerika’da öğretmenlik yapar ve askerlik için Bangkok’a yollanır. Ancak burada, çocukların seks işçisi olarak sömürülmesine karşı çıktığı için, Meksika’ya gönderilir ve askerliğini burada bitirir. 70’lerde Panama’da yaşayan yazar, yüksek öğrenime devam etmek için Fransa’ya döner ve Faslı Jémia ile evlenerek, iki çocuk sahibi olur.
Fransız edebiyatı okuyan yazarın, 23 yaşından itibaren, yaklaşık 30 kitabı yayımlanır. Fransa’nın seçkin edebiyat ödülleriyle taçlandırılan yazar, Amerikan Yerlileriyle ilgili de çeviri çalışmaları yapar. Çocuk kitapları, kısa öyküleri ve denemelerinin yanı sıra delilik, dil ve yazı temalı romanlarıyla; çağdaş yazarlardan George Perec’le kıyaslanan romancı, Michel Foucault ve Gilles Deleuze’e olan tutkusuyla, edebiyat dünyasında “insanlığın uygarlık krallığının ötesindeki kaşifi” olarak tanınır.
Çocukluk, seyahat, deniz ve yetişkinlik temalı romanlarıyla, sömürgecilik sonrası teorileri edebiyatına yansıtan Clézio; tensel bir esriklik romanı olan “Çöl” ile 80’de, Fransız Akademisi tarafından da ödüllendirilir. Fransa’da Alain Robbe Grillet’nin öncüğünü yaptığı “Yeni Roman” akımının temsilcisi kabul edilen yazar, ünlü edebiyat dergisi Lire okurları tarafından Fransız dilinin yaşayan en büyük yazarı seçilir.
Nobel Akademisince, “Batı kültürünün dışında kalanları anlatan bir yazar” olarak tanımlanan Clézio; aslında Batı kültürünü, materyalizmini ve kapitalizmi reddederek, kendini sürgün eden ve kendi deneyimleriyle büyüyen gezginleri anlatır romanlarında. Modern metropol yaşamını sorgulayan yazar, gerçekliği yeniden yaratır ve sömürgecilik sonrası post- endüstriyel yaşamı irdeler.
Nobel, Le Clézio ve Orhan Pamuk
Türkiye’de, 2008 Nobel Edebiyat Ödülü’nün açıklanmasından sonra bildirilen görüşlerde, hemen hemen tüm kitapları Türkçe’de yayımlanmış bir yazar olarak Le Clézio için, Türkiyeli ünlü yazar ve eleştirmenlerin “bende iz bırakmadı, belki bir tane romanını okudum” tarzından açıklamaları yadırgatıcı ama sürpriz değil. Vaktiyle Orhan Pamuk’ta, tüm dünya dillerine çevrilerek yavaş yavaş yolunda ilerlerken, her ne kadar Türkiye’nin saygın edebiyat ödüllerini alsa da, kimseden hak ettiği edebi takdiri görmemişti.
Bu, küresel bir vefasızlığın yerel örneği olmaktan çok, edebiyatı günümüzün kapitalist ve post modern dünyasında bir reklam aracı olarak görmenin ve edebiyatı kısırlaştıran elit bir yaklaşımla, Nobel Edebiyat Ödülü’nün; bir emek ve çaba ürünü bir ödül olduğunu unutmakla ya da hiç bilememekle ilgili bir durum.
Le Clézio’nun, popüler edebiyatın tuzaklarına düşmeyen ve yıllar sonra klasikleşecek romanlarının, ilk yayımlandıklarında ilgi görmemesi ise, yabancı bir olay değil. Belki de, Clézio ve Nobel Ödülü ile ilgili en doğru tespit, eleştirmen ve yazar Mario Levi’den geldi bu bağlamda:
“Le Clezio ortalıklarda görünmemeyi tercih eden bir yazar. Kaleminin ardında duran yani gündeme girebilmek için edebiyat dışı herhangi bir yola sapmayan, gerçek ve has edebiyat yapan yazarlardan biri. Fransa’da belirli bir kesim tarafından çok önemsenen, saygı duyulan bir yazar ama hiçbir zaman çok popüler olmamış. Ama bu Le Clezio’nun bilinçli bir tercihi ve doğru bir tercihtir. Ödülü alması kesinlikle tartışılamaz.”
Nobel Edebiyat Ödülü kesinlikle böyle bir ödül. Günlük popüler başarılara yaslanmayan ve edebiyat dışında tartışmalara girmeden, kendi okur kitlesini yaratarak yolunda ilerleyen yazarların; Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin edebiyatları ya da bu ülkelerin insanlarını anlatan Birinci Dünyalı yazarların, direk bir politik muhalefetten ziyade, edebi bir tavırla tüm küresel sisteme, sadece yazıyla direnişinin uzun öyküsüdür. Bir ülkenin diline yapılan katkının, en muazzam ifadesidir.
Dilin bozulması ve yeniden yaratım
Bu açıdan Orhan Pamuk’un, Türkiye Edebiyatı’nın çıtasını yükselten ve en tepeye taşıyan entelektüel emeğinin, her türlü sığ politik tartışmanın ötesinde değerlendirilmesi gerekir. Pamuk’un, Türkçe’ye ve Türkiye kültürüne yaptığı katkıların tarafsız ve eleştirel bir gözle yeniden ele alınması; edebiyatı, belirli bir kesimin “beğendim, beğenmedim” gibi kişisel yargılarından da kurtaracaktır.
Pamuk’un romanlarındaki Türkçe hatalarını bulmak için yarışan “ciddi eleştirmenlerin”, onun Türkiye kültürüne kattığı ve bu ülkenin köklerinde var olan çoğul seslerin ve söylemlerin değerini anlayarak eleştiri getirmeleri, edebiyatın önemi için zorunlu.
Bir dili bozmanın ve yeni ifade biçimleri ile bu kültürde, Tanzimat’tan beri var olan epistemolojik kopuşların izinde gitmenin bir yıkım değil, yeniden yaratım olduğunun da hatırlanması gerek. Geçmişin travmalarını onarmak için, dilin bozularak yeniden yaşam bulması, bir edebi tarz olarak tüm dünyada en az bir yüzyıldır öne çıkan bir gelenek ve post modern edebiyat ve roman dediğimiz şeyin de esası.
Ancak, bunun anlaşılması için öncelikle edebiyatı belirli kalıplardan, siyasi çekişmelerden kurtarıp; yazarların, diğerlerine yaşam bulmak için “ötekinin” sesini yükselttiği bir yaşam biçimi olan edebiyatı, ölümcül tartışmalardan kurtarmak ve yazarlara konuşma hakkı kadar bağımsız ve sansürsüz bir edebiyat ortamı yaratmakta mutlaktır. Bu bakımdan, ifade özgürlüğünün bir aracı olarak küçük şeylerle ilgilenen edebiyat; küçük insanların, ses duyuran büyük zaferidir.(YK/EÜ)