Fotoğraf galerisi için tıklayın.
18 Şubat sabahı İstanbul'dan kalkan uçakla, toplam 14 saatlik bir uçuşun ardından yerel saatle 17.50'de Havana'ya ulaşıyoruz.
Otele eşyalarımızı bıraktıktan sonra acilen sokağa çıkıp, saat farkından dolayı kendi memleketimizde çoktan yaşanılıp tüketilmiş zamanların keyfini çıkarmaya başlıyoruz.
Caddeler. Geniş. Issız. Sessiz. Reklamsız. Panosuz. Sadece sokak lambalarının solgun ışığı var etrafta. Daha o an anlıyoruz, beton yığınları ve arabaların tıkıştırıldığı bir kent değil, insanların yaşadığı bir şehir olduğunu "La Habana"nın.
Yaklaşık 8 km uzunluğundaki Malekon sahiline iniyoruz yürüyerek. İyiden iyiye kararıyor hava. Kıyı boyunca uzanan beton sete oturup çevreyi seyrederken, beyaz köpüklü dalgalarıyla kıyıya vuran denizin müziğini dinliyoruz.
Uzaktan uzağa merakla izlediğimiz "başka bir sistemin kalbinde" olmaktan dolayı sevinç içindeyiz hepimiz.
Gecenin geç bir saatinde, köşe başlarına yerleştirilen yerdeki taşlarda yazan sokak numaralarına bakarak kolayca dönüyoruz otelimize.
Önce Devrim Müzesi'ne gidiyoruz
Sabah horoz sesleriyle uyanıyoruz. Boyu otelden uzun bir palmiye karşılıyor bizi pencerenin ardından. "Hoşbulduk Küba" diyoruz, kahvaltımızı yaparken.
Sonra dışarıya çıkıp, salkım saçak gövdeleri ve dallarıyla yol boyu sıralanmış ocuje ağaçlarının yanı sıra yürüyerek çevreyi seyrediyoruz.
Sarıdan pembeye, maviden mora rengarenk boyanmış 50'li yıllardan kalma arabalar geçiyor yollardan. Ve Coco taksiler, bisikletten bozma arabalar...
Eczaneden manava her yerde Che Guevara'nın resimleri asılı, Jose Marti'nin sözleri yazılı.
Seyyar arabalarda tropikal meyveler, meyve suları, yuca ve benzeri sebzeler satan satıcıları görüyoruz sık sık.
Çocukluğumuzdan hayal meyal hatırladığımız zamanları anlatan bir filmin adsız ve repliksiz figüranları gibi hissediyoruz kendimizi.
Bütün sırları çözme kararlılığıyla, Devrim Müzesi'ne gidiyoruz önce.
Bir zamanlar diktatör Batista'nın başkanlık sarayı olarak kullandığı binada tanıdık duygular bekliyor bizi.
Maketler, gazete kupürleri, objeler, devrim için canını veren yiğit insanlardan geriye kalan kişisel eşyaların üzerine sinen ölümün kederi.
26 Temmuz 1953 Moncada saldırısı sonrası yakalanıp yargılanan ve Meksika'ya sürgüne gönderilen Fidel Castro'nun, Ernesto Guevara ve diğer arkadaşlarıyla örgütlenerek Ada'ya geri geldiği Granma Yatı ve Sierra Maestra dağlarından yayın yapan devrim radyosu da müzede bulunuyor.
20. Uluslararası Kitap Fuarı ve Havanalı Kadınlar
Müzeden çıkıp sokaklarda yürürken gördüğümüz ilk lokantada yemek yiyoruz. Orada müzik yapan grubun solisti Asterio Türkçe konuşuyor bizimle. İki yıl kadar İstanbul ve Antalya'da müzik yaptığını anlatıp, "Tansu ne yapıyor? Ya Süleyman?" sorularını sıralıyor arka arkaya.
Fidel Castro, Che Guevara ve diğer yoldaşlarının yan masada yemek yerken çekilmiş fotoğrafı süslüyor lokantanın duvarını.
Yemek sonrası 54 model yeşil bir Chevrolet'ye binip, Del Morro kalesinde açılan 20. uluslararası kitap fuarının yolunu tutuyoruz.
Köleliği kaldıran Haiti devriminin 220. yılının da kutlandığı fuarın bu seneki teması; Jose Marti'nin "okumak yaratmaktır" sözleri.
Yüzde 99,8 okuma yazma oranına sahip olan 11 milyon nüfuslu Küba'da geçen yılki fuarda, 6 milyon adet kitap satıldığı bilgisinin ne anlama geldiğini burada somut olarak görüyoruz.
Kalenin içi ve çevresi öylesine kalabalık ki, iğne atsak gerçekten yere düşmeyeceğini fark ediyoruz. Kitap almak için uzun kuyruklar oluşmuş. Kadınlar, gençler ve çocuklar sayıca çoğunlukta. Herkesin elinde kitap dolu çantalar var.
Çoğunlukla, beden diliyle anlaşarak dost oluyoruz çevremizdeki birçok insanla. İlle de gençlerle.
Rengarenk giyimli, bedenini gizlemeyen, son derece özgüvenli her yaştan kadın dolaşıyor fuar alanında. Kiminin yanında özenle giydirilmiş küçük çocukları, hemen hepsinin elinde yeni alınmış kitapları var.
Onlara bakarken, kapitalizmin biz kadınlara ettiklerini daha somut olarak görmek içimi burkuyor.
Erkek bakışıyla belinden göğüslerine santim santim ölçüler dayatılarak, olması gereken kilosu gram gram saptanarak, ölçüye uymayan bedenini gizlemesi empoze edilerek, özgüvenini kırmak için türlü çeşit ata sözü, baba sözü, koca sözü ile kalıba dökülüp itaatkarlaştırılmak istenen kadınlara reva görülenler geliyor aklıma bir bir.
Daha çok çalışın, daha çok harcayın, moda olanı takın takıştırın, zayıflayın, forma girin, genç kalın, tüketin ve tükenin komutlarının içselleştiği gazete sayfalarına kadınların ancak, uğradıkları tacizle, tecavüzle ve öldürülme haberleriyle konu oldukları gerçeği içimi sızlatıyor yine.
Öte yandan ise, resmi rakamlara* göre Kübalı kadınların kamuda yüzde 46.7, üniversite mezunları arasında yüzde 67, eğitim ve sağlık alanında yüzde 70, araştırmalarda yüzde 51, hakimler arasında yüzde 56 ve mecliste yüzde 43.32'lik bir oranla temsil ediliyor olmalarından dolayı, ne çok mesafe aldıklarını düşünüyorum sevinçle.
Gün batımına yakın verilen konserle sona ererken kitap fuarı, salsa yapanlar çoğalıyor çevremizde.
Devrim meydanı ve eski Havana
Sabahın erken saatlerinde yine yollara düşüp, sokaklarda dolaşıyoruz.
Kulaklarımıza ulaşan cazın çılgın ritminin peşine takılıp gittiğimiz mekan, metodist bir kilise.
Kalabalık dışarıya taşmış... Elleri, ayakları kıpır kıpır kapıda bekleyenlerin. Bitişik binada ise kilise okulunun öğrencisi olan onlarca küçük çocuk var.
Kiminin teni kara, kimininse beyaz ya da esmer. Özgüvenli ve keyifliler. Bir o kadar güzeli ise, bütün seyahat süresince gördüğüm gibi ten rengi ne olursa olsun bütün insanlar ayrımsız birlikteler. Oradan ayrılıp, devrim meydanına gidiyoruz.
109 metre yüksekliğindeki anıtın yanında Jose Marti'nin beyaz heykeli, çevre binalarda Che ve Camillo Cienfuegos'un devasa rölyef portreleri yer alıyor.
Eski Havana'ya doğru yürürken rastladığımız manavdan muz alıyoruz. Satılan hiçbir şey için gereksiz ambalajın, süslü paketlerin kullanılmadığını, satılan nesnenin fiyatının katlanmadığını fark ediyoruz bütün alışverişlerimizde. Gezdiğimiz bütün kentlerde görüyoruz, gereksiz hiçbir şeyin tüketilmediğini.
Sokaklar tertemiz. Çöp yığınları yok ortalıkta. Eski Havana'daki koloni evlerinin mimarisi, Küba'nın zenginliklerine el koyan sömürgecilerin, Adanın gerçek sahiplerini köleleştirerek, bu da yetmeyince Afrikalı köleleri bu topraklara getirerek yaşadıkları şatafatlı dönemlerin izlerini taşıyor.
Yoksulluğu gözle görünür olan sokaklarda dolaşırken, kapı önlerinde oturan kadınlar, erkekler, çocuklar, sokakta ruloyla araba boyayan ya da araba motoru tamir eden adamlarla gülücüklerden ibaret bir dille selamlaşıyoruz sık sık.
Oradan ayrılıp sahil boyu yürüyoruz sonra. Havana limanı boş, çoğu kez olduğu gibi. Hemingway'in kaldığı otelin terasında, yeşil nane, limon, şeker, buz ve romla hazırlanan bir kokteyl olan mojitolarımızı içerek derin bir sohbete dalıyoruz. Usulca kararıyor gökyüzü.
Çocukların paylaşımcı bir dünya talepleri
Hanava'da olduğumuz bir başka gün, Küba Sanat Müzesi'ne (Museo Nacional De Belas Artes) gidiyoruz.
Tarih sırasına göre düzenlenmiş müzeyi gezerken, dinsel görüntüler ve palmiye ağaçlarının boy verdiği tablolardan sonra birden bire niteliği değişiyor resimlerin. Durgun yeşiller, griler yerlerini yakıcı kırmızılara, sevdalı turunculara terk ediyor. Hareketsizlik, yerinde duramayan kıpır kıpır bir canlılığa dönüşüyor, sessizlikler, sevinç çığlıklarına.
Efendilerin kölelere zulmünü dokusunda taşıyan tablolar yerlerini, insan olmanın türlü hallerini yansıtan resimlere bırakıyor. Müzenin odalarında dolaşırken, çok net bir şekilde anlıyoruz, hangi tablodan sonra devrim yapıldığını Küba'da.
Okul öğrencilerine ait geçici bir sergiyi geziyoruz sonra. Sadece o resimlere bakmak ve resmettikleri konuların, renklerin, desenlerin yanı başından sızarak çocukların kalplerini görmeye çalışmak bile yetiyor, devrimin bu ülkede neleri başardığını görmek için.
Altı yaşında bir çocuğun çizdiği resimde; ten renkleri farklı dört çocuk dondurma yemiyor sadece, yerdeki köpeğin, çiçeklerin ve gökteki bulutlardan birinin de elinde dondurma külahı var. Bir diğer bulut meyve suyu içiyor. Güneşin bir elinde dondurma, diğerinde meyve suyu var. Resme bakarken, ayrımsız ve paylaşımcı bir dünya talebini hangi ressam daha içten yansıtabilir ki, sorusu geçiyor aklımızdan.
13 yaşındaki Gabriel'in yaptığı resimde ise; palmiyeleri, meyve ağaçları, tütün tarlaları, balık yüklü tekneleri, bembeyaz bulutları ve pırıl pırıl güneşiyle, denizinin mavisinde yüzen turuncu bir balina olarak resmedilmiş Küba.
Müzik ve resimle bunca iç içe yaşayarak büyüyen ve kendisini özgürce ifade ederek öğrenim gören Küba'lı gençlerin, umudu çoğaltan gerçeği olduğunu düşünüyoruz, yaşadığımız günlerin.
Trinidad'da hayat kokuyor her yer,
Sabah 8.20'de Havana'dan otobüse binip, yol boyu şeker kamışı, pirinç, tütün tarlalarını, palmiye ve mango ağaçlarını, arı kovanlarını, hayvan çiftliklerini, muz, aguala, portakal ve limon bahçelerini seyrederek Trinidad'a ulaşıyoruz.
Dolaştığımız resim galerilerinden birinde, yüksek okulda resim öğretmeni olan Luis Blanco Rosindo'yla tanışıp, resim ve okullardaki eğitime dair sohbet ediyoruz.
Sonra merkezin dışındaki daha eski ve bakımsız sokaklarda dolaşıyoruz bir süre. Hava kararıyor giderek. Yollardaki taşlar sokak lambalarının ışığını yansıtarak parlıyor.
Bir evin önünde yere oturuyoruz. Hüzünlü bir şarkı duyuluyor yakındaki barlardan birinden. Ardından, Guantanamera şarkısı başlıyor, biz gökyüzündeki iri yıldızların parlak ışıklarını seyrederken.
Gece kalacağımız "casa"mıza dönüyoruz sonra. Balık, siyah fasulye, yuka ve kızarmış muzdan oluşan soframıza, Küba'nın iki çeşit birasından biri olan bucanero eşlik ediyor.
Yanı başımızdaki makinada kahve çekiyor ev sahibimiz. Hayat kokuyor her yer. Buraya geldik geleli, sürekli gülümseyen yüzlerine bakarken Kübalıların, insan olduğumuzu iliklerimize dek hissediyoruz.
Sabah horoz sesleriyle birlikte çiçekler uyanıyor iç avluda. Duvarda nemle yaşayan tropik bitkiler asılı.
Yeni açan çiçeklerin çıtırtısını duyuyoruz, içimizden geçen iyi düşüncelerle birlikte.
Bir taksiyle, eskimiş zamanlarda tarlalarda çalışan köleleri gözetlemek amacıyla yapılmış olan 45,5 metre yüksekliğindeki kuleye (Lookout Tower) gidiyoruz.
Kulenin 7. katına tırmanınca, nöbet tutan silahlı adamlar ve kaçıyor diye ateş edilen köleler düşüyor aklımıza. Çünkü kulenin belleğinde duruyor hala, silah sesleri ve köle yapılan insanların tarifsiz acıları.
Aşağıda el emeği göz nuru masa örtülerini, tropik meyvelerin çekirdeklerinden yapılan takıları satıyor kadınlar.
Sokaklarda yürürken, hangi yapının ev, hangisinin işyeri olduğunu anlamakta zorlanıyoruz bütün kentlerde. Tabela yok hiçbirinde. Satış için bağırış çağırış yok. Vitrinler yok. Hınca hınç mal stoklanmış dükkanlar yok. Yanıp sönen reklam panoları yok.
Tüketici olarak potansiyel bir av gibi değil de, yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak isteyen bir insan olarak görülmenin, bizim için çok uzaklarda kalan bir duygu olduğunu hatırlıyoruz, alışveriş yaparken.
Vinales'te tütün kokusu
Sokaklarda Küba'nın o kendine has kokusunu içimize çekerek yürüyüp, 8.10'da Vinales'e giden otobüse biniyoruz. Reklam panolarının görüntü kirliliği yaratmadığı yollar boyunca palmiye ağaçlarını, meyve bahçeleri seyrederek geçiyor yolculuğumuz.
Mola yerinde kemikten, boynuzdan yapılmış rengarenk kolyeler, yüzükler, bilezikler satılıyor, birçok yerde olduğu gibi. Onların yanında gördüğümüz Che baskılı tişörtler ve diğer hediyelik eşyalar, adı sonsuza kadar yaşayacak olan Comandante'nin ticari metaya dönüştürülmesi üzüyor bizi.
Vinales'e yaklaştıkça tütün tarlalarının kokusu geliyor burnumuza. Gider gitmez, iki gün boyunca kalacağımız evin önündeki sallanan koltuklara oturuyoruz. Bir termos kahve getiriyor ev sahibimiz bize.
Dönecekler anlamındaki "Volveran" sözcüğünü ve 1998'den bu yana ABD'de cezaevinde tutulan 5 Küba vatandaşının resimlerini görüyoruz diğer kentlerde olduğu gibi, buradaki sokaklarda da.
Kalbibahar bir bahçe, Küba gibi
Yaşlıların, sabah evlerinden alınarak getirildiği, bir arada zaman geçirdikleri sosyal kulüp niteliğindeki mekana uğruyoruz dolaşırken. Gitar çalıyor yaşlı bir adam, bir başkası TV izliyor. Kimi kadın ve erkekler sohbet etmekte.
Biraz ilerde ise, hamile kadınların gündüz bir araya geldiği, sağlık kontrollerinin yapıldığı, sosyal, kültürel ihtiyaçlarının karşılandığı evlerden birini daha görüyoruz.
Daha sonra gittiğimiz botanik bahçesinin kapısındaki demirler, greyfurt ve portakal dilimleri ile süslenmiş. Doğadaki malzemeler dururken, parlak kağıtlara, ışıltılı ambalajlara ne çok para verdiğimizi, ne kadar tüketici olduğumuzu, doğayı ne çok tahrip edip, çevreyi ne çok kirlettiğimizi hatırlıyoruz yeniden
Tropik ağaçların, bitkilerin boy verdiği bahçeyi geziyoruz. Bahçe sahibi kadının ikram ettiği meyvelerden yiyor, anı defterine not düşüyoruz duygularımızı.
Tütün tarlalarının uzandığı bölgeye yürüyoruz sonra. Tütün depolarına giriyoruz.
Bizi evine davet eden bir çiftçi ailesi, kahvenin yanında kendi sardıkları purolardan ikram ediyor bize. Yaktığımız puroların dumanı uzayıp gidiyor, akşamüstü vaktinin durgunlaştırdığı ovada.
Vinales'deki ikinci günümüzün sabahında, bahçede hazırlanan masada oturup, tropik meyveler, bal, tereyağı, meyve suyu, omlet ve kahveden oluşan kahvaltımızı yapıyoruz.
Alfred, gövdesi mavi üstü beyaz boyanmış eski zaman arabası ile, 1960 yılında yapılmaya başlanan ve insanın evrimini anlatan resmin yer aldığı Prehistory Wall'a götürüyor bizi.
Akşam merkezdeki sanat evine uğruyoruz. Afrika kökenli zenci bir kadın şarkı söylüyor, kalbindeki acıyı aktardığı sesiyle içimize dokunarak. Eski zamanlarda yaşanmış acılı günlerden söz ediyor şarkısının sözleri.
Şairi, ressamı ve müzisyeni bol bir ülke Küba. Bütün sorunlarına rağmen, düşlerimizin en somutlaşmış hali olarak Karayip denizinin ortasında ışıldamaya devam ediyor Küba.
ABD ambargosu nedeniyle yıllardır ekonomik sorunlarla baş etmeye çalışan ülkede 52. yaşı kutlandı devrimin. O yüzden elim boş gelmedim, oralara gitme isteği getirdim size. (Gİ/AS)
* PL Haber Ajansı; http://www.plturkce.org/kuba/kubali-kadinlar-emekci-kadinlar-gunu-kutladi-haberi-4993