Bu sohbeti BİA okurları için derledik. İşte krizin perde arkası:
Orhan Kurmuş, krizin kronolojisini 1999 yılının 19 Aralık gününden başlatıyor.
O sırada Gündem Maddesi" Merkez Bankası Başkanı tarafından "gayri resmi" bir biçimde açıklanan ve çeşitli biçim değiştirmelerden geçirilip hamur gibi yoğrularak IMF'e verilen niyet mektubuyla sonuçlanan Stabilizasyon Programı" dır.
Stabilizasyon Programı'nın hedefi: "Enflasyonu 2001 yılında % 10'un altına düşürmek, devalüasyonu neredeyse yok etmek, vergi gelirlerini artırarak ve özelleştirmede hızlı bir satış programı uygulayarak kamunun borçlanma gereklerini azaltmak"tır.
Peki nasıl ulaşılacaktır bu hedeflere?
Orhan Kurmuş şöyle yanıtlıyor:
"Hedefleri gerçekleştirmek için de araç olarak kur ve maliye politikaları seçildi."
" "Merkez Bankası : 'Ben önümüzdeki dönem için dolar kurunu şimdiden ilan ediyorum.Piyasada dolar kaç TL olursa olsun ben bu ilan ettiğim kur üzerinden kimin ne kadar ihtiyacı varsa o kadar doları o kişiye satmayı taahhüt ediyorum'dedi.
Sözün bu noktasında Kurmuş'un yorumu "kurşun" gibi:
"Bunu söyleyebilmek için mangal gibi yürek=politik kararlılık ve yüksek bir döviz rezervi gerekiyordu. İkincisi, eh söyle böyle mevcuttu ama, birincisinin olmadığı daha sonra ortaya çıktı).
Ya faiz oranı?
"Faiz oranı, bu programda, bağımsız değişken olarak serbest bırakılmıştı. Yani piyasa tarafından belirlenecekti.Hemen fark edeceksiniz ki, bu aslında üç bilinmeyenli tek bir denklemi çözmek için iki bilinmeyenin (yani kur ve mali politikanın) önceden belirlenmesi ve denklemi üçüncü değişkene göre çözmekle eşdeğerlidir. O çözümün sonucunda ne çıkarsa bahtınıza.
Peki inandırıcı mıydı bütün bunlar?
"Programın ilânıyla birlikte iyi bir şeylere inanmak ihtiyacında olan Türkiye gerçekten de bu programa inandı ve beklentilerini de ona göre belirlemeye başladı . O kadar ki, gecelik faizlerin % 14'e kadar düştüğü gözlendi. Bir iki yıl içinde bir İsviçre olacağımız düşünülmeye basla di.(Bu saka değil, bunu inanarak söyleyenler vardı).
"Biraz kandırmaca içerse de enflasyonun hızının kesilmeye başladığı hissediliyordu. Birincil bütçe fazlası son derece başarılı bir biçimde gerçekleşmeye başladı.
Kamuoyu yönlendirildi
"Bu süreçte kamuoyunun yönlendirilmesi ise medyaya ve marifeti kendinden menkul "televoleci" iktisat profesörlerine düştü.Gerçekten de iyi bir is basardılar. Adi stabilizasyon programı olan IMF programını başka hiçbir alternatifi yokmuş gibi büyük bir basarı ve neredeyse dinsel bir tutku içinde övdüler , bu programın erdemlerini saya saya bitiremediler. Azıcık karşı çıkmak cesaretini gösteren kişilere yakıştırdıkları en hafif nitelik"aptallık" oldu . (Kabul etmeliyiz ki, pek karşı çıkan da olmadı).
" Bu tür programların başarılı olduğunun şimdiye kadar hiç görülmediğini , hele "sürünen çıpa" biçimiyle uygulanan kur politikasının en fazla ömrünün altı ay olması gerektiğini söyleyen bir avuç insanin sesleri bu son derece ustalıklı beyin yıkama süreci içinde duyulmadı bile.
Sadakat tamamdı ama...
2000 yılı Ekim ayı . Bu etabın manzara-i umumisini Kurmuş şöyle tanımlıyor:
"Merkez Bankası verdiği söze sadık kalmıştı, daha önceden ilan ettiği dolar kuru üzerinden isteyene istediği kadar dolar satıyordu ;
"Son 12 aylık ortalamaya göre değil de yıllık olarak hesaplandığı zaman enflasyon "gerçekten" azalıyordu ;
"İyi bir bütçe fazlası vardı.
"Ama, bazı tereddütler, hatta kaygılar belirmeye başlamıştı.
"Birincisi, dış ticaret açığı kontrol edilemez ve tehlikeli bir biçimde büyüyordu. (Halbuki o "aptallar" bunun böyle olacağını daha ilk gün söylemişlerdi).
"İkincisi, özelleştirmeden beklenen yüksek gelirlerin yarısının bile gerçekleşmeyeceği artık anlaşılması
"Üçüncüsü, IMF programlarının uygulandığı tüm ülkelerde gözlenen bir olgu bizde de ortaya çıkmıştı: Reform yorgunluğu. Hükümetlerin yapmayı planladıkları yapısal reformların karşısına çıkan engelleri aşmalarını sağlayacak olan politik kararlılığın gösterilemediği durumlarda ortaya çıkan bu yorgunluk, genel olarak, "Ya tamam, o da öyle kalsın iste" biçiminde kendini gösterir. Bizde de aynen öyle oldu ve zaten buna yabancı da değildik.
İç sıkıntısı beliriyor
Ne de olsa bu bizim 17. IMF programı denememizdi ve bundan önceki 16 tanesinin hiçbirisi başarılı olamamıştı.
Kasım ayına gelindiğinde nasıl bir Türkiye vardı gündemde?
"Hani bazan içinizde nedenini pek bilemediğiniz bir sıkıntı olur, sanki kötü birşeyler olacağını düşünürsünüz ya, Kasım ayinin ilk iki haftasında hem Türkiye'de hem de Türkiye'ye borç vermiş veya yatırım yapmış olan ülkelerde böylesine bir sıkıntı, bir tedirginlik vardı.
İsviçre olma düşleri
Kurmuş sözün bu noktasında, tekrar geriye dönüp bakıyor:
"2000 yılı Kasım ayinin ikinci yarısında olanları anlamak için yılın ilk üç ayına dönüp bir daha bakmamız gerekiyor.
"İkinci bir İsviçre olma düşlerinin kurulduğu o günlerde devlet o zamana kadar pek görülmeyen düşüklükte faiz oranları ve uzun vadeler ile borçlanmayı başarmıştı .
"Medya ve televoleci iktisat profesörlerinin yıkayıp yağlamasıyla devlet % 25-35 arasında faizlerle bir yıla kadar vadeyle borçlanabiliyordu. Ama bu faiz oranı bile çok yüksek bulunuyor daha da düşmesi gerektiği ilan ediliyordu . Öyle ya, enflasyon en geç bir yıl içinde % 10'un altına düşecekti.
Patronu Kayserili olan bir banka!
"İşte bu ortamda, patronu cin gibi bir Kayserili olan bir banka , interbank piyasasından % 15-20 arasında faizlerle borç alarak tam tutarı kesin olarak bilinmese bile aşağı yukarı 7 milyar dolar TL eşdeğerli olduğu tahmin edilen ve ortalama faizi % 30-35 dolaylarında olan devlet tahvili satın aldı .
" Bu tahvillerin tutarı, Türkiye Cumhuriyeti'nin mevcut iç borçlarının % 16'si kadardı .
" Gecelik faizler, % 15-20 dolaylarında kalsaydı bu banka yıl sonunda aşağı yukarı 1 milyar dolar net faiz geliri elde edecekti yaptığı bu isten.
Sevilmiyordu çünkü:
"Unutmadan söylemek gerekir, bu banka diğer bankalar tarafından pek sevilmiyordu . İki nedenle:
* Birincisi,son yıllarda büyük bir "hamle" yaparak ilk 10 büyük banka arasına girmişti;
* İkincisi, bu başarısını önemli bir kadın politikacının ailesinden özellikle de eşinden aldığı tüyolar ve kıyaklar sayesinde gerçekleştirdiği konusunda yaygın bir inanış vardı.
"İşte bu banka, Kasım ayının 3. Haftasında, yeniden borçlanmak için interbank piyasasına gittiği zaman buz gibi dondu kaldı.
"Çünkü bu piyasada yapılan işlemleri ve ortaya çıkan faiz oranını belirlemekte çok büyük bir pay sahibi olan üç büyük banka , o gün kotasyon vermemişlerdi, yani kimseye borç para vermiyorlardı . (Bir rivayete göre, gıcık oldukları bu bankaya iyi bir ders vermek istiyorlardı).
"Üç büyüklerin bu yaptığından işkillenen irili ufaklı diğer bankalar da kotasyon vermeyince, bankamız, taahhütlerini yerine getiremez duruma düşme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.
Merkez Bankası'ndan istenen yardım
"Bu durumda kalan bankaların acil olarak yapması gereken ilk iş, Merkez Bankası'na başvurarak durumu anlatmak ve taahhütlerini karşılayacak kadar bir tutarı Merkez Bankası'ndan borçlanmaktır.
"Bankamız da öyle yaptı, ama ne yazık ki, IMF programı çerçevesinde belirlenen para politikasına göre, Merkez Bankası istenen parayı ancak kendisine döviz satıldı zaman verebiliyordu .
"Bankamızın dövizi de yoktu . Merkez Bankası, biraz geç olsa da, eğer yardim edilmezse bu bankanın hemen batacağını anladı ve biraz mirin kirin ettikten sonra bankanın istediği parayı verdi: % 220 faizle.
" Küçük Kıyamet işte böyle kopmuştu. Gerisini Dr. Orhan Kurmuş şöyle tanımlıyor:
"Merkez Bankası'nın uyguladığı bu oran faizlerde çılgın bir yükselişe yol açtı. Birkaç gün süreyle piyasa faiz oranı % 2000'in üzerine çıktı. Yanlış değil, yüzde iki bin.
"Sonra % 1400'e , % 800'e düştü ve uzun süre % 400'lerde kaldı. Sözünü ettiğimiz banka ve bu arada yılın başlarında dolduruşa gelip o banka kadar olmasa bile gene de bir miktar devlet tahvili almış olan bankalar için "faiz riski" gerçekleşmiş oldu.
İkili kıskaç
"Bu bankalar ikili bir kıskacın içindeydiler:
"Bir yandan, yıllık ortalama % 35 gelir elde ettikleri devlet tahvillerini yeniden finanse etmek için , kazanacakları faiz oranının 12 ile 70 katı kadar bir faiz ödemek zorunda kalıyorlar,
"Diğer taraftan ise bilançolarının aktifinde bulunan bu tahvillerin piyasada geçerli olan faiz oranı ile iskonto edilmesiyle çok büyük bir değer kaybına uğraması sonucunda inanılmaz boyutlarda zarar yazıyorlardı.
Açıkgöz bankanın kıskaca alınışı, nasıl bir manzara çıkarmıştı?
"Basit bir hesapla, bizim açıkgöz bankanın durumu su oldu:
"Eğer elindeki 7 milyar dolar tutarındaki tahvilin TL karşılığına 100 ve tahvillerin alındığı gündeki ortalama faiz oranına % 20 dersek,
" Tahvillerin o günkü değeri 83.3 TL'den (bunu bulmak için 100'ü 1+.20'ye bölmek gerekiyor) faizlerin % 2200'e fırladığı gün tam 4.3 TL'ye düştü . (100'ü bu kez 1+22'ye böleceksiniz).
"Bu iki değer arasındaki fark olan 79 ise o bankanın o gün ettiği zararı ifade ediyordu.
Böylece hangi varsayımlar yerle bir oluyordu?
"Faizlerdeki bu olağanüstü yükselme, ki IMF programına göre faizler bağımsız değişkendi ve müdahale edilmemesi gerekiyordu, beraberinde çok derin bir likidite krizini ve büyük oranlı bir devalüasyon beklentisini getirdi.
" Herkes döviz satın almak istiyordu .
"Merkez Bankası gene sözünde durdu , daha önce ilan ettiği kur üzerinden isteyene istediği kadar dolar sattı.
Ne kadar sattı?
" İki gün içinde yaklaşık 7 milyar dolar. Bunun dışında hiçbir tedbir alınmadı, bol laf edildi, ama hiçbir şey yapılmadı Kredi faizleri yüzde 3000 ile yüzde 4000 arasına fırladı. Bazı bankalar, zaten az olarak verdikleri kredileri tamamen durdurdukları gibi vermiş oldukları kredilerin de vadesinden önce geri ödenmesini talep etmeye başladılar, çünkü taahhütlerini yerine getirmek için paraya ihtiyaçları vardı ve bunu piyasadan o yüksek faizlerle sağlamak istemiyorlardı.
Likidite krizi neyi ortaya çıkarmış oldu?
"Geçici fakat derin bir likidite krizi gibi görünen bu felaket görünümde o açıkgöz bankaya devletin el koymasıyla sonuçlandı. Ama iki önemli şey ortaya çıkmıştı:
1) IMF programı çok derin bir yara almıştı (televoleci profesörlerin aptal diye nitelendirdiği bir avuç insan bunun olacağını zaten söylemişti);
2) Faiz riskinin ne olduğu iyice öğrenilmişti. Artık herkes tetikteydi, bir şeyler bekleniyordu. Beklenen şey % 20-30 arasında bir devalüasyondu.
"Tahminler,bunun 2001 yılı Haziran ayından önce gerçekleşeceği yönündeydi. Ama tahminler boşa çıktı.
" Beklenen daha çabuk ve daha dramatik boyutlarda gerçekleşti.
"Bir ülke ekonomisinin yaşamsal öneme sahip araçlarını piyasanın kör ve acımasız ellerine terk etmenin bedeli çok ağır oldu.
Gıcık olmasaydı da...
"Bu çöküş sürecini çok basitleştirdiğim, hatta o üç büyük bankanın o açıkgöz bankaya gıcığı olmasaydı sanki bunlar olmayacakmış gibi sunduğum düşünülebilir. Bu doğru değil,
"Gıcık faktörü" olmasaydı da bunlar olacaktı, belki daha hafif belki daha ağır olarak ayni süreci yasayacaktık. Belki Kasım ayında değil ama Aralık ayında yasayacaktık. Ama mutlaka yasayacaktık. O tetik,gıcık olan bankalar tarafından çekilmeseydi de , başka bir parmak mutlaka o tetiği çekecekti.