Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) seçim sandıklarından Avrupa'nın meydanlarına kadar yayılan çekişme tamamen krizin bedelini kimin ödeyeceği üzerine dönüyor.
Aslında bu çok eski bir tartışma ama bunca yaşananın üstüne, böyle büyük bir kriz ortamında dahi, hiçbir şey olmamış gibi bıkkınlık veren ezberlerin tekrarlanması önümüzdeki günlerin pek parlak geçmeyeceğinin işareti.
Ekonomiye uzun yıllardan beri yön verenler kısaca kamu harcamalarının azaltılmasını ve bununla uyumlu olarak vergilerin indirilmesini istiyorlar. Kamu harcamalarının azaltılmasıyla öncelikle devletin piyasanın işleyişini bozucu etkisini bertaraf edecekler.
Sonra, vergiler indirildiği için toplumdaki bireylerin ve firmaların harcanabilir geliri artacak. Böylece bireyler daha çok harcayarak piyasadaki talebi yükseltecekler.
Firmalar da daha az vergi verecekleri için yeni yatırımlar yapmalarını sağlayacak fonlar elde edecekler. Bir yandan talep, öte yandan arz yükselecek, piyasa bunları dengeye getirecek, biz de kerevetine çıkacağız.
Kamu harcamalarının azaltılması doğal olarak bütçe kesintilerini gerektirecek. Bunun ne anlama geldiğini geçmiş yıllarda Türkiye'de yaşayarak öğrendik. Bu aralar Avrupa ülkeleri de öğreniyor.
Genellikle ilk aşamada sosyal güvenlik ve sosyal hizmetler bütçelerinde kesintilerle başlanıyor. Bu çerçevede emeklilik yaşının yükseltilmesi devreye giriyor.
Sonra bütün bakanlıkların ve kamu kurumlarının bütçeleri küçültülüyor. Bunun bedeli de orman yangınlarından tutun, ambulans servislerine kadar hizmetlerin aksaması anlamına geliyor.
Bazen, Yunanistan örneğinde olduğu gibi, askeri harcamaların azaltılması da söz konusu oluyor ki bu da kesintilerin bile hayırlı bir yanı olduğunu bize hatırlatıyor.
Kamu harcamalarının azaltılmasında en önemli rol kamu çalışanlarına düşüyor. Öncelikle kamu çalışanlarının sayısı azaltılıyor, hem yeni eleman almayarak, hem de çeşitli yollarla emekliliği özendirerek istihdam düşürülüyor.
Bunun yanı sıra çalışanların gerçek ücretlerinde de düşüşler sağlanıyor. Kamu ücretlerindeki indirim çoğu zaman kısa süre içinde özel sektör çalışanlarına da yansıyor.
Bu çerçevede, Türkiye'de daha önce yaşadığımız gibi, özelleştirme politikaları önem kazanıyor. Özelleştirme ile hem kamu istihdamı ve kamu harcamaları azaltılıyor, hem de fiilen ülkedeki ortalama ücretlerin düşmesi sağlanıyor. Ayrıca, vergi gelirleri indirildiğinden, bütçe harcamalarını karşılamak için vergi dışı bir gelir kaynağı sağlanmış oluyor.
Bu politikalarla bütçe denkliği sağlanacak, piyasanın koşulları düzeltmesi beklenecek. Fakat bu şekilde işsizliğin kolay kolay ortadan kalkmayacağı da herkesin malumu. Bu yüzden insanların işsizliği hayatın olağan bir dönemi olarak görmesi için de çaba harcanması gerekiyor.
Bu amaçla, sanki doğal bir durummuş gibi, söz birliği etmişçesine, belli bir işsizliğin doğal olduğu, zaten her ülkede bunun böyle olduğu söyleniyor. Çok olağan bir şeyden söz eder gibi, "doğal işsizlik" diye bir kavram ortaya atılıyor ve sürekli kullanılıyor.
Bunun iş değiştirme sürecinde zorunlu olarak ortaya çıkan işsiz dönemle ilgisi yok, her ülkeye özgü bir doğal işsizlik düzeyinden söz ediliyor. İnsanların işsiz ve çaresiz bırakılmasına meşruiyet kazandırılıyor.
Burada işsizliği umursamayan ya da en iyimser bakışla tali bir sorun olarak gören bir yaklaşım söz konusu. Nitekim, neoliberal politikalar her alanda egemen olmadan önce kriz işsizlikle tanımlanırdı, sonradan işsizlik krizin göstergelerinden sadece biri olarak ele alınmaya başladı.
İşsizlik artık göze alınabilir bir sorun olarak görülüyor. Yol açacağı sorunlarla başa çıkılabileceği düşünülüyor. Bu tavır da öngörülen politik yapı ile ilgili ipuçları veriyor. Zaten haklardan çok sorumlulukların öne çıkarıldığı bir dil de yaygınlaşıyor.
Burada tuhaf olan şu; bu görüşleri öne sürenler krizden önce de aynı politikaları hararetle savunuyorlardı. Üstelik dünyanın büyük bir kısmı son 30-35 yılını bu politikaların denenmesiyle geçirdi.
Sonunda kriz patladı. Şimdi de, krizden çıkmak için aynı yolda yürünmesi isteniyor. Bu da krizi fırsata dönüştürmenin bir yolu olsa gerek.
Neyse ki işsizliği yaşamsal bir sorun olarak gören veya tam öyle görmese bile işsizliğin yol açacağı toplumsal patlamalardan çekinenler de var.
Bunlar talebin yükseltilmesi için kamu sektörünün devreye girmesini, kamu harcamalarının artırılmasını öneriyorlar. Kamu harcamaları denk bütçe ilkesinden vazgeçilerek de artırılabilir ama eğer denk bütçe hedeflenecekse, vergi gelirlerinin artırılması zorunlu olur.
Bu görüşü savunanlar vergi indirimlerinin yatırımların artmasını sağlayamayacağını öne sürüyorlar. Çünkü sorun zaten yatırımların yetersiz olması değil talebin düşük olmasıdır.
İnsanlar üretilen malları satın almadığı sürece yatırım yapmak için bir neden olmayacaktır. Mevcut yatırımından kar edemeyen iş çevreleri neden yeni yatırım yapsın!
Nitekim gelişmiş ülkelerde krizin başlangıcından bu yana faiz oranları neredeyse sıfıra kadar düştü ama yine de yatırım yapma heveslisi girişimciler pek ortada yok.
Zaten yatırım yapmanın karlı ve rasyonel göründüğü bir ortamda yatırımcı fon bulmakta zorlanmayacaktır. Daha 1950'li yıllarda Paul Baran "yatırım fonlarının eksikliği diye bir şey yoktur" diyordu.
Finans sermayesinin bu kadar büyüdüğü bir dünyada yatırıma yönelecek fon bulunmaması söz konusu olamaz. Vergi indirimi olsa olsa firmaların iç finansman olanaklarını yükseltir, yatırım için finans kuruluşlarına başvurmak zorunda bırakmaz.
Eğer vergi indirimi gibi yollarla özel yatırımları anlamlı ölçüde yükseltmek mümkün değilse, geriye kamu harcamalarını ve kamu yatırımlarını artırmak kalıyor.
Bunun yolu da vergileri artırmaktan geçmektedir. Vergilerin artırılması bir hükümetin alacağı ikinci en zor karardır. Bu karardan sonra daha zor bir karar gelir; vergiler kimden alınacaktır.
Düşük gelir gruplarından alınan vergilerin artırılması toplam talebin düşmesi anlamına gelecektir ki, bu da krizin şiddetlenmesine yol açar. Buna karşılık, firmalardan ve üst gelir gruplarından alınan vergilerin yükseltilmesi toplam talepte değişiklik yaratmayacağı gibi, yatırımlarda azalmaya da yol açmayacaktır.
Üst gelir gruplarından vergi almak, bu sıralar Obama ve Hollande gibi, biraz solda bulunduğu varsayılan politikacılar tarafından savunuluyor. Sadece onlar değil, solla hiç ilgisi olmayan fakat krizin toplumsal patlamalara yol açmasından ürken ve uzun vadede varlığını korumak için kısa vadede para kaybetmeyi göze alan iş insanları da daha yüksek vergi vermeyi kabul ediyor. Tabii hepsi değil, en akıllıları.
29 Krizinde Joseph Kennedy servetinin yarısını güvence altına almak için öbür yarısını verebileceğini söylemişti. 2011 yılında da, 50 milyar dolar servetiyle dünya zenginleri arasında üçüncü sırada olan Warren Edward Buffet, krizi atlatmak için zenginlerden daha çok vergi alınması gerektiğini söyledi.
Buffet 80 yaşında, 1929'da başlayıp İkinci Dünya Savaşına kadar süren Büyük Bunalıma dair çocukluk hatıraları olmalı. (BD/BA)