Fotoğraf: Anadolu Ajansı
“Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” gibi mübalağalı laflar bir yana, hayatımızda birçok şeyin değişmekte olduğu bir döneme girdiğimiz anlaşılıyor. Zincirleme krizler yaşadık ve gerisi de geliyor.
2008 yılından beri kesintisiz devam eden dünya krizine Türkiye’de plansız yatırımlar, çıkar ilişkileri, aşırı borçlanma, fetih hevesleri gibi nedenlerle yeni boyutlar eklenmişti. Salgın bunların üstüne geldi, kendisi başlı başına en önemli kriz konusu olmakla birlikte, mevcut krizleri de şiddetlendirdi.
Göstergeler 2020 için umut vermiyor
Uluslararası kuruluşlar 2020 yılında dünya ekonomisindeki krizin şiddetleneceğini tahmin ediyorlar. Uluslararası Para Fonu’na (IMF) göre bu yıl dünya ekonomisi yüzde 3 daralacak. Çin ve Hindistan dışındaki en büyük 20 ekonomide küçülme bekleniyor. ABD yüzde 6, Japonya yüzde 5, Almanya yüzde 7 küçülecek. Avrupa Birliği ülkelerinin hepsinde ekonomi küçülüyor, AB’nin Akdeniz ülkelerinde küçülme oranı yüzde 10’un üzerinde. Avrupa’da, geleceğe ilişkin bir gösterge olan PMI endeksleri 10-20 gibi görülmemiş düzeylere inmiş durumda.
Türkiye’nin göstergeleri de aşağı yukarı benzer durumda. Standard&Poors 2020 yılında Türkiye ekonomisinin yüzde 3 dolaylarında küçüleceğini tahmin ediyor. Fitch’in tahmini yüzde 3,5 küçülme. Moody’s henüz yeni bir tahmin yapmadı. IMF daha kötümser, yüzde 5 küçülme bekliyor. IMF’nin işsizlik tahmini yüzde 17. IMF ayrıca en yüksek enflasyonun yüzde 12 ile Türkiye’de olacağını tahmin ediyor. Bu arada Standard&Poors bu yıl ihracatın yüzde 10 azalacağını öngörüyor.
Tabii ki bütün ülkelerin yöneticileri durumun vahametinin farkında. Herkes kendince önlemler alıyor. Helikopterlerden paralar saçılıyor. Toplum sağlığını biraz riske atarak ekonominin ne kadar canlanacağı hesaplanmaya çalışılıyor, denemeler yapılıyor.
Ülkeleri yönetenlerin farkında olduğu bir husus daha var. Tarihten biliyoruz, büyük ekonomik krizler mutlaka toplumsal krizlere, giderek siyasal krizlere yol açarlar. 2008’den bu yana ABD’den Hindistan’a, Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya kadar toplumsal ve siyasal krizlerin yaygınlaştığı görülüyordu. Şimdi bunların daha da şiddetlenmesi olasılığı yükseliyor. Bütün ülkeler bunun gerginliğini yaşıyor.
Türkiye’deki son uygulamalara bakınca hükümetin de bu gerginliği yaşadığı anlaşılıyor. Bir yandan salgını sınırlamaya çalışırken, öte yandan ekonomiyi durgunluktan çıkarma çabaları sürüyor. Ayni ve nakdi yardımlar, kredi ve vergi ertelemeleri gündemde. Yenilerinin geleceğini tahmin etmek zor değil.
Muhalif sesleri susturmak
Fakat yalnız bu kadar değil. Hükümetin, ekonomik krizin toplumsal krize dönüşme olasılığından endişe ettiği ve buna karşı önlemleri tasarlamaya başladığı da anlaşılıyor. Son günlerde bu konuda, birbiriyle ilişkili bir dizi gelişme yaşandı.
Önce belediyelerin ekonomik krizle bağlantılı olarak ortaya koyduğu faaliyetler önlenmeye çalışıldı. Belediyelerin kriz ortamında ihtiyaç sahiplerine yardım etmesinden duyulan rahatsızlık iyice belli edildi. Nakit, gıda hatta maske dağıtımına engeller çıkarıldı. Bağış toplama çabaları engellenerek, üstelik toplanmış bağışlara el konarak faaliyetler durduruldu.
Muhalif belediyelere yönelik baskılar, daha önce HDP’li belediyelere el konulmasını çağrıştıran gerekçelerle açıklandı. Merkezi yönetimden ayrı, kendi faaliyetlerini sürdüren belediyelere, devlet içinde devlet, paralel devlet gibi suçlamalar getirildi. Bu yasaklama ve açıklamalar, merkezi yönetimin krizi mutlak devlet otoritesi altında atlatmayı hedeflediğini gösteriyordu. Merkezi yönetim dışında bir gücün varlığı tehlikeli bulunuyordu.
Bu tavırla tutarlı yeni bir adım iki gün önce barolara yönelik eleştiriler sırasında gündeme geldi. Hükümet barolarla ilgili mevzuatı değiştirecek ve kendisine bağlı bir yapı yaratacaktı. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin adalet sekreteri böyle bir çalışma olmadığını belirtse de, sadece baroların değil odaların da yasalarının değiştirileceği ortaya çıktı.
Meslek odaları kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarıdır. Hem mesleklerini temsil ederler hem de kamu görevi yaparlar. Türkiye’nin yetişmiş insangücünün büyük bir kısmını içerirler. Türkiye Mimar ve Mühendis Odaları Birliği’ne (TMMOB) bağlı 24 oda ve 600 bine yaklaşan sayıda üye vardır. Türk Tabipleri Birliği (TTB), Türkiye Barolar Birliği (TBB) ve Türkiye Serbest Muhasebeci ve Yeminli Mali Müşavir Odaları Birliği’nin (TÜRMOB) her birinin 100 binin üzerinde üyesi vardır. Türk Diş Hekimleri Birliği, Türk Eczacıları Birliği, Türk Veteriner Hekimleri Birliği’nin her birinin 30 bin civarında üyesi bulunmaktadır.
Meslek örgütlerinin gücü daha önce 12 Eylül döneminde kısıtlanmıştı. Bu politikalar merkezi yönetim dışında, nispi bir özerklik taşıyan hiçbir kuruma tahammül gösterilmeyeceğinin göstergeleridir. Hükümet işe eğitimli kesimlerin örgütlerini baskı altına alarak başlıyor. Onlardan sonra sıra sendikalara gelebilir. Gerçi, çoğu devlet dairesi disiplini içinde faaliyet gösteren sendikalarla uğraşmaya gerek görmeyebilir ama krizin büyüklüğü ortaya çıktıkça daha da tedbirli olmayı seçebilir.
Futbolun yeri başka
Buna karşılık, başka bir özerk kurum söz konusu olduğunda hükümetin gayet demokratik bir tavır alabildiğini de gördük. Futbol maçlarının ne zaman başlayabileceği sorulunca, Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin sağlık sekreteri, bu konuda karar veremeyeceklerini, bütün sorumluluğun federasyonda olduğunu söyledi. Belediyelerin, meslek örgütlerinin işlevlerinden rahatsız olan hükümet, futbol söz konusu olduğunda özgürlükçü bir tavır alabiliyor.
Futbol maçlarının başlamasının salgın için büyük bir risk olduğunun herkes farkında. Tamam, ekonominin canlanması için birçok ülkenin bazı riskleri göze aldığını –çok yanlış bulmakla birlikte- biliyoruz. Fakat futbolun ekonominin canlanmasıyla da bir ilgisi yok. Futbol, ekonomik kriz için değil, toplumsal krizi yumuşatmak için devreye sokuluyor.
Salazar’ın futbol, fado, fiesta üçlemesini herkes bilir. Bu ülkede fiesta geleneği olmadığı gibi, sonradan oluşturulmaya çalışılan yerel festivaller de bir türlü tutturulamadı. Bu yüzden bizde futbolun önemi daha da büyük.
Devlet yöneticileri bunu her zaman fark etmiş. İttihat Terakki’nin GS, FB, BJK oyuncularını savaşa göndererek Altınordu’yu şampiyon yapmasından başlayan, 12 Eylül cuntasının Ankaragücü’nü birinci lige taşımasıyla devam eden, AKP’nin Ankaraspor ve Başakşehir’ine uzanan bir gelenek var. Futbol işe yarıyor. Hükümet muhalif sesleri sustururken tribünlerden tezahüratın yükselmesini istiyor. (DB)