Öyle görünüyor ki, finansal krizin ilk sert dalgaları sadece Türkiye’ye değil, çevre ekonomilerinin diğer zayıf halkalarına da Ekim 2008’de ulaşmıştır. Finansal krizin, metropol ekonomileriyle sınırlı kalma beklentisinin geçersiz olduğu artık ortaya çıktı. Çevre ekonomilerine dış kaynak girişlerinin durgunlaşması; giderek net sermaye çıkışının başlaması bu ülkeleri finansal krize sürükleyen ana etken olmaktadır.
Bu duruma ilişkin basit bir gösterge döviz fiyatlarındaki yükselmelerdir. Eylül sonunu izleyen dört hafta içinde (24 Ekim’e kadar) “yükselen piyasa ekonomileri” içinde, dolar fiyatlarındaki en hızlı artışlar Güney Afrika (yüzde 37.4), Türkiye (yüzde 37.3) ve Macaristan’da (yüzde 33.1 oranlarında) gerçekleşmiştir. Her üç ülkenin ortak özelliği (2008’de milli gelirin yüzde 6-8’i oranlarında seyredeceği tahmin edilen) yüksek oranlı cari işlem açıklarıdır. Finansal kriz ortamına sermaye hareketlerini denetleyerek ve/veya cari işlem fazlalarıyla giren ülkelerde (örneğin Çin, Tayland, Arjantin’de) ise, döviz kurları şimdilik istikrarlı seyretmektedir.
***
Kriz ortamıyla dış açıklarla veya dış fazlalarla karşılaşmak… Arada önemli bir fark var. Birinci gruptaki ülkeler için ihracat daralmasını iç talep genişleten politikalarla telâfi edebilirler ve böyle de davranmaktadırlar. Dış açık veren ülkelere gelince, uzunca bir süre devre dışı kalan IMF bunlara tırnaklarını göstermeye başladı ve kapısını çaldıklarında önereceği reçeteyi peşinen hatırlattı: “Cari açıkları yüksek olan ülkeler, sermaye girişlerinin hızla tersine dönmesi durumunda çok kırılgan konumda olacaklardır… [Bunlar], para politikasını gevşetmemeli;…malî disiplini sürdürmeli… [ve] emek piyasalarında süregelen katılıkları ele almalıdır.” (Dünya Ekonomik Görüntüsü, Ekim 2008, ss.69-71) Kısacası, faiz oranlarıyla vergileri yukarı, kamu harcamalarını aşağı çekmek ve işgücü maliyetlerinin düşürülmesine karşı direnç öğelerini tamamen ortadan kaldırmak… İç talebi baskı altına alarak (küçülerek) ve işçi sınıfının sırtından istikrar… İşte, finansal krizin Türkiye için gündeme getirdiği tehlikelerden biri…
Başka tehlikeler de var. Bunlardan birini, IMF’nin Genel Direktörü Dominique Strauss-Kahn’ın Güney Kore hükümetinin kabul ettiği önlemler paketinin bir öğesi için 19 Ekim’de söylediklerinden çıkarıyoruz: “IMF Kore hükümetinin bankaların dış yükümlülüklerini (borçlarını) garanti altına almasını hoşnutlukla karşılamaktadır.”
Fransız sosyalizminin eski yıldızlarından Strauss-Kahn’ın bu sözleri, 6 Aralık 2000’de, IMF’nin o tarihteki Genel Direktörü olan Horst Köhler’in Türkiye için söylediklerini hatırlattı: “Türkiye hükümetinin mevduat sahiplerini ve bankaların diğer alacaklılarını korumak için aldığı kararı alkışlıyorum.” Köhler’in alkışları, Türkiye’yi Kasım 2000’de sarsan ilk kriz dalgası sonunda başbakan Ecevit’in (yetkisi olmadığı halde) Türkiye bankalarının dış borçlarını (mevduatla birlikte) devlet garantisi altına almasının karşılığıydı. Kısacası, yabancı bankalar, batık kredilerinin ceremesini bizzat üstlenmekten kurtuluyorlar; bu yükü Türkiye hazinesine (ve halkına) yıkıyorlardı.
Bu iki ifade, bir finansal krizin çevre ekonomilerini vurduğu koşullarda IMF’nin ana hedeflerinden birinin, uluslararası bankaları gözetmek olduğunu ortaya koyuyor. Burjuvazinin özlemle beklediği “IMF çıpası” gerçekleştiği takdirde bize sunulacak reçete hazırdır: “Talep daraltılsın; işçi sınıfının direnme odakları kırılsın. Bankaların dış borçlarını devlet üstlensin.”
***
Peki, kriz ortamının yarattığı fırsatlar yok mudur? Olabilir. Bir örneği (21 Ekim tarihli Wall Street Journal’dan naklen) Arjantin’den verelim:
“Başkan Bayan Kirchner, özel emeklilik fonlarını kamulaştıracak bir taslağı Meclis onayına sundu. Çalışma Bakanı, önerilen reformun emeklileri belirsizlikten kurtaracağını ifade etti. Bu öneri, Arjantin’in uluslar-arası finansal çevrelerdeki parya konumunu pekiştirecektir.”
Latin Amerika ülkelerinin pek çoğunda, neoliberal furya, sosyal güvenlik sistemlerinin büyük bölümünün özelleştirilmesine ve çoğunluğu borsalara yatırılan fonlar tarafından yönetilmesine yol açmıştı. Son finansal kriz borsaları çökertince, emeklilik fonları eridi; emekçilerin gelecekleri kararmaya başladı. Arjantin hükümeti bu insanların geleceğini güvence altına almak için sistemi yeni baştan kamulaştırmayı planlıyor.
Demek ki kriz ortamları, halk sınıflarının neoliberal dönemdeki kayıplarını geri alma fırsatları da yaratabilir. Ancak unutmayalım ki, Arjantin 2001-2002 krizini (Türkiye’nin aksine) uluslar-arası finans kapitale meydan okuyarak yönetebilmiş bir ülkedir. Kritik öğe, siyasi iktidarı etkileyecek, belirleyecek örgütlenmedir. (KB/TK)
* Prof. Dr. Korkut Boratav'ın yazısı 26 Ekim 2008'de sol.org.tr'de yayınlandı.