Türkiye'de krizler hiç eksik olmuyor. Bu krizlerde yerel ve uluslararası dinamikler rol oynayabiliyor. Çoğu kez her iki dinamik birden etkili oluyor ama hangisi öne çıktıysa krize damgasını o vuruyor. Bundan önceki krizlerde yerel dinamikler daha ağırlıklıydı. Siyasal İslam ve Kürt sorunu etrafında ortaya çıkan siyasal-sosyal kriz, her ne kadar uluslararası boyutları olsa da, esasen ülke içi bir sorundu. 1994 ekonomik krizi de etkileri ve süresi açısından yerel boyutu ağır basan bir kriz olarak kaldı. Bu krizler etrafında oluşan siyasal saflaşma ve toplumsal-siyasal muhalefetin karakteri de bu yerelliğin izlerini taşıdı.
Türkiye ilk kez küresel nitelikte bir krizin içine düşmüş bulunuyor. Güney Amerika'nın, Asya'nın ve bir ölçüde eski sosyalist ülkelerin son yıllarda yaşadığı ağır krizlerin bir benzerini yaşıyoruz. Ekonomik gibi görünse de bugünkü ve gelecekteki muhtemel etkileri açısından toplumsal ve siyasal uzantıları da olan bir kriz bu. Ve bu kez durum gerçekten farklı. Krizin kendisi ekonomik ve toplumsal dengeleri altüst ediyor. Artan işsizlik ve yoksulluk sadece geleneksel yoksul kesimleri değil yeni liberal kent orta sınıflarını da sarsıyor. Krize çözüm diye dayatılan politikaların, bu etkileri daha da arttırması kaçınılmaz. 1
Bugünkü kriz 1995 Meksika krizi, 1997 Asya krizi, 1998 Rusya krizi ve 1999 Brezilya krizleri ile ortak özellikler taşıyor; yani uluslararası (belki de küresel) niteliği daha önde. Dolayısıyla bu krizin siyasal alandaki yansıması da küresel bir nitelik kazanmak durumunda. Kriz karşısında gelişecek toplumsal muhalefet elbette yerel-ulusal dinamiklere dayanacak ama tıpkı krizin kendisi gibi toplumsal muhalefetin de diğer ülkelerdekilerle ortak özellikler taşıması artık tercihten öte bir zorunluluk.
Tercihlerden Zorunluluğa: Yeni Emek Hareketleri
Tarihte bazen tercihler bazen de zorunluluklar yol gösterir, belirleyici olur. İçine girdiğimiz dönem zorunluluklar dönemi. Gerek krizin sonuçlarına gerekse çözüm diye dayatılan yoksullaştırma politikalarına karşı mücadele etmek, bu mücadeleyi emek ekseninde kurmak, bu mücadelenin uluslarararası boyutunu sürekli gündemde tutmak ve geliştirmek artık tercih değil, bir zorunluluk!
Bu zorunluluklar çağının emek hareketini etkilememesi mümkün değil. O zaman dönüp bakmalıyız; bizim dışımızdakiler ne yapıyor?
Seattle, Prag, Davos... Küresel sömürüye karşı küresel direniş! Bu eylemler herkesin yüreğine su serpti ama ağırlıkla gençlerin, anarşistlerin, çevrecilerin eylemi olarak algılandı. Oysa bu eylemlerin en çarpıcı yanı emek hareketiyle diğer toplumsal hareketlerin ilk kez küresel çapta buluşmasıydı. Ve bu eylemlilik ağının yaratılmasında gençlerin direngenliği, internetin küresel bir mücadele aracına dönüştürülebilmesi vb. kadar tek tek ülkelerde bir süredir alttan alta gelişen, serpilen, boy veren yeni emek hareketleri de etkili oldu.
Gerçekten de uzunca bir süredir bazı ülkelerde yeni emek hareketlerinin doğuşuna tanık oluyoruz: Güney Kore'de KCTU, Güney Afrika'da COSATU, Brezilya'da CUT, ABD'de AFL-CIO'nun yeni dönemi vb... Ayrıca Filipinler'de 1 Mayıs Hareketi, Hindistan'da kadın işçilerin örgütlenmesi olan "Dağlar ve Ormanlar Hareketi", Bolivya'da "Topraksızlar Hareketi", Arjantin'de ve Fransa'da işsizler hareketi gibi yeni tür emek hareketleri ortaya çıkıyor. G.Kore'de demokratikleşme mücadelesiyle içiçe geçen bir sendikal mücadele son 10 yıldır hızla büyüyor; KCTU yasadışılıktan yasallığa uzanan ve etkileri tüm dünya emek hareketlerinde hissedilen bir gelişme çizgisi yakalıyor; öğrenci gençlik hareketiyle işçi hareketi arasında güçlü bir etkileşim söz konusu. Brezilya'da sonradan Brezilya İşçi Partisi'ni bağrından çıkaran emek hareketi yeni sanayi bölgelerindeki örgütlenmeyi kentlerin yoksul mahallerindeki örgütlenmeyle birlikte yürütüyor. G.Afrika'da 1980'li ve 1990'lı yıllarda Apartheid Rejimi'ne karşı mücadeleyi bir emekçi muhalefeti olarak örgütleyen COSATU işyeri ve işkolu ayrımı gözetmeksizin bir bölgedeki tüm işçileri ekonomik ve demokratik talepler etrafında örgütleyen yeni bir anlayış geliştiriyor. COSATU'dan hareketle bu yeni emek örgütlenme biçimleri "toplumsal hareket sendikacılığı" olarak anılıyor.
Başta "küresel hiyerarşi"nin ikinci çemberinde ortaya çıkan bu yeni hareketler küresel entegrasyon derinleştikçe ve eşitsizlik her ülkede arttıkça ilk çemberde de, örneğin ABD ve Kanada'da, ortaya çıkmaya başladı. Yeni emek hareketlerinin ortak özelliklerine değinmeden önce, buna yol açan etmenleri vurgulamakta yarar var.
Sermayenin küreselleşme stratejisi mal, hizmet ve finans piyasalarının serbestleştirilmesi, özelleştirme ve kuralsızlaştırma (deregülasyon) ögelerinden oluşuyor. Bu stratejinin nihai amacı sermayenin karlılık kizini aşabilmek için artı-değer kitlesini küresel çapta mutlak ve göreli olarak arttırabilmektir. Sermaye krizi aşabilmek için dünya nüfusunun büyük bir bölümünü artı-değer üreticisi durumuna getiriyor; yani işçileştiriyor. Bunun için sınai sermayenin serbestçe dolaşabilmesi gerekiyor; ayrıca üretimin çeşitli aşamalarının maliyet-verim ölçütüne göre farklı ülkelerde-bölgelerde yapılması, yani üretimin parçalanması öngörülüyor. "Esnek uzmanlaşma" ya da "küresel meta zincirleri" biçiminde gerçekleşen bu parçalanmayla (esnek işletme yapılarıyla) birlikte yoğun bir işçileştirme yaşanıyor; yani artı-değer potansiyeli genişliyor. Öte yandan üretken olmayan sermaye (finans sermaye) hareketlerindeki hızlı artış artı-değer sömürüsünün daha acımasız ve vahşi kapitalist yöntemlerle yapılmasını zorunlu kılıyor. Bunun doğal sonucu özellikle yeni sanayileşen ülkelerde işçi sınıfının gücünün ezilmesi ve aralarında kadın, çocuk ve genç emeğinin ağırlıkta olduğu, kayıt dışı istihdam edilenlerin hızla arttığı yeni bir işçi kitlesinin tarih sahnesine çıkmasıdır. Tabii ki bu gelişme bir paragrafta özetlenebilecek kadar basit değil; ama bu yazının sınırları içinde bu kadarıyla yetinelim. 2
Ortak Özellikler
Yeni işçi kitlesiyle birlikte yeni emek hareketlerinin de ortaya çıkmaya başladığını belirtmiştik. Kuşkusuz bu ikisi aynı şey değil; üstelik gelişme çizgisine bakıldığında yeni emek hareketleri birebir yeni işçi kitleleriyle örtüşmüyor. Başlangıç evresinde yeni emek hareketleri işçi sınıfının geleneksel kesimlerine dayanıyor ama gelişim sürecinde yeni işçi kitlelerine de yöneliyor ve giderek hareketin ana gövdesi yeni işçi kitlelerinden oluşmaya başlıyor. En azından şurası açık: Giderek daha etkin bir şekilde yeni işçi kitleleri örgütlenmenin odağına yerleştirilmedikçe emek hareketlerinin güç kazanabilmesi mümkün görünmüyor.3
Biraz açalım: Geleneksel bir işçinin tanımı "düzenli istihdam edilen sanayi (kol) işçisi ve erkek" şeklindedir. Geleneksel sendikaların üzerine oturduğu temel de budur. Örneğin Türkiye'de 1960 ve 1970'li yıllarda sendikal hareketin gövdesi kamu işçileri ile büyük ölçekli özel imalat sanayii fabrikalarında çalışan işçilerdir. DİSK'in ortaya çıkmasında önemli bir rol oynayan Haliç havzasında 1960'ların sonunda metal sanayiinde 10-15 fabrikada 20 bine yakın işçi çalışmaktaydı. Yani nerdeyse fabrika başına 1500-2000 işçi düşüyordu. 500'den fazla işçi çalıştıran büyük ölçekli işletmeler örgütlenmenin temelini oluşturuyordu. Almanya'da Ruhr havzası ya da ABD'de Kuzey Doğu eyaletlerindeki dev sınai kompleksler de benzer özellikteydi.
1980'lerden sonra Siemens'in üst düzey bir yöneticisinin dediği şey yaşandı: "Eskiden okyanusun durgun sularında yüzen dev transatlantikler gibiydik; şimdi hızla akan nehirde giden sürat tekneleriyiz". Yani işletme ölçeği küçüldü; üretim parçalandı; yeni hegemonik sektörler ve üretimin bilgi-teknoloji yoğun aşamaları çokuluslu şirketlerin merkezi denetiminde ve büyük ölçüde anavatanında kalırken, alt aşamaları başka ülkelere-bölgelere aktarıldı. Buralarda taşeron firmalar, fason imalatçılar gibi hiyerarşi ağının alt mekanizmaları aracılığıyla yoğun bir emek sömürüsü başladı. Geleneksel sanayiler, işletmeler ve emekçiler yerini yeni işletme yapılarına, emek yönetim tekniklerine ve yeni işçi kitlelerine bırakmaya başladı.
Sendikaların ilk tepkisi varolanı koruma şeklindeydi. Bu tepki kah yeni korporatist yaklaşımlarla (işletme sendikacılığı, yeni yönetim tekniklerine uyum, mikro ve makro "uzlaşma" biçimleri vb.) kah savunmacı mücadele yöntemleri (istemezük yaklaşımı) biçiminde ortaya çıktı. Ancak sadece varolanı koruma güdüsünün sendikal örgütlülüğün erozyonunu önlemeye yetmediği çok geçmeden anlaşıldı. Örgütlülüğü geliştirmek, "örgütsüzleri örgütlemek" ve yeni mücadele yöntemleri bulmak yönündeki arayışlar her tarafta çoğalmaya başladı. Önce yeni liberal politikalara (özelleştirme, sendikasızlaştırma, ücretlerin düşürülmesi, çalışma koşullarının kötüleşmesi vb.) karşı daha etkili mücadele araçları devreye sokulmaya başlandı. Bu mücadelede ağırlıkla sınıfın geleneksel kesimleri yani geçmişten gelen örgütlülük yeni koşullara göre tahkim edildi. Örneğin G.Kore'de KCTU metal sanayi işçilerinin mücadelesinden doğdu; G.Afrika'da maden işçileri yeni örgütlenmenin ilk çekirdeğini oluşturdu.
Ama mücadele geliştikçe sadece işçi sınıfının geleneksel kesimleriyle sınırlı kalınamayacağı ve mutlaka yeni içi kitlelerine nüfuz etmek gerektiği anlaşıldı. Örgütlenme biçimleri buna göre yeniden oluşturuldu. Ve pek çok ülkede yaratıcı ve yenilikçi örgütlenme kampanyaları başlatıldı.
Örgütlenme Kampanyaları-Örgütlenme Deneyimleri
ABD İşçi Sendikaları Konfederasyonu (AFL-CIO) 1994 Kongresi'nde Soğuk Savaş döneminin başkanı Kirkland'ın yerine Hizmet İşçileri Federasyonu Başkanı Sweeney başkan seçildi. Yeni yönetim örgütlenmeyi öncelikli hedef yaparak bu ülkede sendikal harekete yönelik yeni liberal saldırılara karşı bir örgütlenme seferberliği başlattı. Tek tek işkolu sendikalarının örgütlenme çalışmalarının yanısıra, AFL-CIO bu çabaları ortak ve kollektif hale getiren bir çalışmaya girişti. AFL-CIO son genel kurulundan sonra örgütlenmeye 20 milyon dolarlık bir fon ayırdı. 1998 yılı bütçesinin üçte birini örgütlenme için kullanmayı benimsedi; işkolu sendikalarından da aynı karrı almaları istendi. Örgütlenme seferberliği çerçevesinde üç yeni proje hayata geçirildi: Örgütlenme Enstitüsü, Sendika Yazı Projesi ve Sendika Kenti Projesi.
Örgütlenme enstitüsü 1989 yılında sendikal örgütlülüğü geliştirmek için kuruldu. Enstitü sendikal örgütlenmeci olarak çalışmak isteyen kişilere çeşitli düzeylerde kurslar veriyor ve bu kursları bitiren örgütlenmeciler çeşitli sendikalarda ve işçi bölgelerinde çalışmaya başlıyor. AFL-CIO'ya bağlı 16 işkolu sendikası bu enstitünün eğitim programının uygulanmasına doğrudan katılıyorlar. Enstitünün temel amacı "örgütsüzleri örgütleyebilecek" kadroları yetiştirmek. Sendika yazı (union summer) projesi kapsamında ise AFL-CIO özellikle üniversite öğrencileri arasından sendikal örgütlenmeye ilgi duyan gençleri yaz aylarında örgütlenme faaliyetine katıyor.
Bu konuya ilgi duyan üniversite öğrencileri yaz mevsiminin başlangıcında kısa bir kursa alınıyor; daha sonra cep harçlığı karşılığı sendikasız işçilerin yoğun olduğu bölgelerde sürmekte olan örgütlenme faaliyetlerine katılıyorlar. Sendika kenti (union city) kapsamında AFL-CIO işçilerin oturduğu kasabalarda veya banliyölerde, kentsel yaşamın sendikaların katılımıyla düzenlenmesine yönelik bir projeyi hayata geçirmeye çalışıyor. Eğitim, sağlık, ulaşım, çevre, kültürel etkinlikler gibi konularda sendikal katılımı öngören bir çaba sürdürülüyor. Sendika Kenti'nde sendikal hakların güvence altında olduğu yeni bir dayanışma kültürünün egemen olacağı bir yaşam biçiminin kurulması amaçlanıyor. Bir kasaba ya da semt Sendika Kenti ünvanı almak istiyorsa, o kentteki sendikal birimler biraraya gelerek bir yerel meclis oluşturuyor ve AFL-CIO'ya başvuruyor. Başvuru kabul edilirse, AFL-CIO buraya belli bir fon ayırıyor, sendika toplantılarının bir kısmı burada yapılıyor; özel mitingler, şenlikler tertip ediliyor; dayanışma projeleri (yaşlılara, çocuklara, ev kadınlarına vb. yönelik) yaşama geçiriliyor. Bütün bu çalışmalar sonucunda AFL-CIO özellikle hizmet işçileri arasında ve yeni sanayi bölgelerinde örgütlülüğünü arttırmaya başladı. Göçmenlerin sendikal örgütlülüğü son yıllarda hızla yükseliyor. En önemli kazanımlardan biri ise akademik dünyada (akademisyenler ve öğrenciler) ve medyada emeğin sorunlarına yönelik ilginin hayli artmış olması.
İngiliz İşçi Sendikaları Konfederasyonu, TUC, geçen 20 yılda 5 milyon üye kaybetti. TUC bu eğilimi tersine çevirmek ve örgütlenmeyi sendikal faaliyetin birinci maddesi yapmak için 1998 Ocak ayından itibaren "Yeni Sendikacılık" kampanyası başlattı. Bu kampanyanın sloganı, "Ya Örgütleneceğiz Ya da Fosilleşeceğiz!" TUC bu amaçla yeni bir Örgütlenme Akademisi kurdu. Akademide 1000 aday arasından seçilen 36 örgütlenmeci adayının eğitimi 26 Ocak 1998 tarihinde başlatıldı. Bu 36 adaya gelecekteki sendikal önderler olarak bakılıyor. Eğitimi TUC'a bağlı 18 işkolu sendikası finanse ediyor. TUC örgütsel yapısında sadece işkolu sendikaları yer almıyor. TUC Yönetim Kurulu'nda işkolu sendikalarının yanısıra bölge komiteleri de yer alıyor. İngiltere'deki altı bölgede TUC'un bölge faaliyetleri bölge sekretaryaları tarafından koordine ediliyor. Bölgedeki sendikaların temsilcilerinden oluşan bölge meclisi düzenli toplantılar yapıyor. Ayrıca yaklaşık 300 kasaba veya kentte TUC bölge konseyleri bulunuyor. Bu konseyler TUC politikalarını o bölgede yaşama geçirmek ve bölgedeki sorunları çözmek için çalışıyor. TUC Genel Konseyi'nde kadınlara ve siyah işçilere kota var.
Güney Afrika Sendikalar Konfederasyonu COSATU 1985 yılında kuruldu ve aradan geçen 13 yılda 2 milyon üyeli bir konfederasyon oldu. COSATU ırk ayrımcılığına karşı mücadele ile işçi haklarının geliştirilmesi mücadelesini birlikte yürüttü. COSATU'nun bu denli hızlı büyümesinde, kullandığı örgütlenme yöntemleri önemli bir işlev üstlendi. COSATU'dan önceki örgütlenme faaliyetleri tek tek işyerlerinde sürdürülüyor ve yavaş işliyordu. Bu faaliyet küçük kazanımların korunmasını amaçlıyor ama büyük kaynak tüketimine yol açıyordu. COSATU'nun kurucu sendikalarından NUM (maden işçileri sendikası) bu biçimi değiştirdi ve bölgede kitle mobilizasyonu temelinde kısa sürede örgütlendi. Bu örgütlenmede işçilerin işyerinden ve işyeri dışındaki yaşamından kaynaklanan sorunları ile işçi ailelerinin ve çevre halkının sorunlarını bir bütün olarak ele alan bir yaklaşım benimsendi. İşkolu ve bölge örgütlenmesinin içiçe yürütüldüğü bu model COSATU'nun temel örgütlenme biçimini oluşturdu.
Güney Kore'de devlete yakın olarak bilinen FKTU federasyonu bulunuyordu. Ancak 1980 sonrasında işçi mücadelelerinin artmasıyla birlikte işçilerde yeni bir konfederasyon arayışları başladı. 1987 büyük işçi eyleminin ardından Kore İşçi Sendikaları Konfederasyonu (KCTU) kuruldu. KCTU başlangıçta devlet tarafından tanınmadı, sendikacılar tutuklandı. Uzun bir süre yasal olarak faaliyet yürütememesine rağmen kullandığı mücadele ve örgütlenme biçimleriyle, geçen yıllarda kendini kabul ettirdi. Son yıllarda Güney Kore'de yapılan büyük işçi eylemlerinin önderliğini KCTU çekti. Zaman içinde FKTU da bu eylemlere katıldı. KCTU ICFTU'ya da üye oldu. KCTU'nun ilkelerinin içinde örgütsüz işçilerin örgütlenmesine özel bir önem veriliyor çünkü sendikalaşma oranı sadece yüzde 13. Bunun için aktif örgütlenme kampanyaları düzenleniyor. KCTU'nun örgütsel yapısında işkolu sendikaları ile bölge konseyleri bulunuyor. Genel Kurul'un delegeleri işkolu sendikalarından geliyor. Genel Yönetim Kurulu'nda bölge başkanları da yer alıyor.
Küreselleşme Karşısında Sendikal Stratejiler
ILO 'nun yaptırdığı bir araştırmaya göre 4 dünyanın çeşitli ülkelerinde çeşitli sendikalar değişen koşullara yanıt verecek yeni stratejiler geliştirdiler. Bu yeni stratejiler, "toplu sözleşme yoluyla elde edilen ücret, çalışma koşulları, sosyal haklar" biçiminde özetlenebilecek geleneksel yöntemin dışına çıkıyordu. Yeni stratejileri üç başlıkta toplamak mümkün: yeni üye tabanı oluşturmak (yeni örgütlenme); sendikal örgüt yapılarını değiştirmek ve diğer toplumsal hareketlerle ilişkiler.
Örgütlenme kampanyaları iki ana kesimi hedefliyor: işçi sınıfının geleneksel kesimleri ve geleneksel olmayan yeni işçi kitleleri. Geleneksel kesimler kamu sektörü ve emek yoğun büyük sanayiler gibi kurumsallaşmış alanları kapsar. Geleneksel olmayan kesimler ise işgücüne yeni katılan kesimleri kapsar: Bir yanda yüksek nitelikli "beyaz yakalı"lar, diğer yanda ise düzensiz istihdam edilenler (geçici, kısmi zamanlı çalışan, kayıtdışı, evde çalışan vb.).
Kürselleşme ve değişen endüstri ilişkileri sendikaların işçi sınıfının geleneksel kesimleriyle olan ilişkisini de olumsuz etkilemiştir. Sermayenin akışkanlığı, belirli sanayilerin küçülmesi, özelleştirme, işletme ölçeğinin küçülmesi ve esnek çalışma koşulları vb. sınıfın bu kesimini geleneksel gücünü kıran etmenlerdir. Bir başka etmen devletin değişen rolüdür. Sendikalar bu alandaki güçlerini koruyabilmek ve akışı tersine çevirebilmek için; istihdamın, çalışma koşullarının ve sosyal güvenliğin korunması; eğitim, insan kaynakları ve yeni yönetim teknikleri gibi konularda politikalar üretilmesi; üyelere yarar sağlayıcı hizmetler (eğitim, sağlık, hukuksal hizmet vb.) gibi arayışlara yönelmiştir. Bazı sendikalar üye mobilizasyonunu arttırarak ve iş güvencesi yoluyla yeni yararlar sağlayarak üyelerini korumakta başarılı oldular. Mesleki eğitim, işsizlik sigortası, sosyal güvenlik, iş değişimi gibi özel politikalarla üyelerin sendikanın işlevi konusundaki geleneksel algılarını kırdılar; bu da üyelerin sendikaya olan bağlılığını arttırdı ama bu örnekler daha çok Avrupa ülkelerindedir.
ILO Raporu'nun bulgularına göre politika seçenekleri şöyle sıralanıyor: Sendikalar üretim ve bölüşüm ilişkilerine müdahale etmeli; istihdam politikalarının oluşumunda rol almalı; toplumun kırılgan kesimlerinde daha örgütlenmeli; kooperatifler, konut politikaları, sağlık fonları, sosyal güvenlik gibi alanlarda daha katılımcı olmalı; sadece üyelerle sınırlı kalmayan ve toplumun ezilen-yoksul kesimleriyle bağı güçlendiren bir çalışma sergilemelidir.
İşçi sınıfının geleneksel olmayan kesimleri Rapor'da şöyle sıralanıyor: Nitelikli işgücü ve beyaz yakalılar ile düzensiz istihdam edilenler, kayıtdışı çalışanlar, kadınlar, çocuklar, göçmenler, yabancı işçiler vb. Bu alanda kısmi zamanlı çalışma, evde çalışma, geçici çalışma gibi yeni çalışma biçimleri gözleniyor. Tipik bir işçi artık "erkek ve düzenli çalışan kol işçisi (mavi yakalı)" değildir. Yeni işçi kesimi özellikle gelişmekte olan ülkelerde sendikal hareketin temel yönelim alanı içindedir.
Sendikal hareketin geleceği açısından formel ve enformel sektör çalışanlarının nasıl ortaklaştırılacağı kritik bir öneme sahiptir. Aslında bu iki kesimin bir araya gelmesine olanak sağlayan pek çok ortak nokta bulunabilir. Düşük ücretli çalışanlar iki sektör arasında gidip gelirler; yani bazen formel sektmörde bazeb enformel sektörde iş bulabilirler. Çoğunlukla aynı mahallede otururlar; benzer ihtiyaçlara sahiptirler. Bu ortak noktalar ortak bir sendikal eylem için de temel oluşturur. Nitekim yeni emek hareketlerinin ortak özelliklerinden biri örgütlenmeyi işyeri sınırları içine hapsetmemeleri, işçilerin oturma bölgelerini örgütlenme bölgeleri haline dönüştürmeleri ve işyeri sorunlarının ötesinde işçi ailelerinin tüm yaşamını mücadelenin ana konusu haline getirmeleridir. Bu yaklaşımın odağında ise bir bölgedeki, işkolu ayrımı olmaksızın tüm işyerlerindeki işçileri toplumsal yaşamın bütününde (işyeri, ev, mahalle) toplumsal bir hareket olarak örgütlemeyi ve mücadeleye yöneltmeyi hedefleyen bölgesel örgütlenme perspektifi bulunmaktadır.
Bu yaklaşım sendikaların kendi iç yapılarında ve işleyişlerinde de bazı önemli değişimler yaratıyor. ILO Raporu'na göre bu alandaki değişimler; sendikaların yeni endüstriyel organizasyona göre örgütsel biçim değiştirmeleri; ademi-merkezi üretim birimlerinde çalışan işçileri kapsayan yeni örgütsel formlar-birimler; yeni kesimlere yönelik sendikal hizmet ve bunların organizasyonu/finansmanı; ulusal ve sektörel bazda birleşmeler olarak özetleniyor.
Görüldüğü gibi yeni emek hareketlerine ilişkin tartışma ILO bünyesinde bile sürdürülüyor. ILO'ya bağlı Uluslararası Emek Araştırmaları Enstitüsü (IILS) 1999 yılında internet üzerinden 21. Yüzyılda Örgütlü Emek konulu bir araştırma ve tartışma programı gerçekleştirdi. Bu program eksenindeki artışmalar ve yayınlanan araştırmalara bakıldığında da 21. yüzyılda yeni emek hareketlerinin istisna olmaktan çıkıp hızla yaygınlaşacağı görülüyor.v ICFTU da bu konuya merkezi bir önem vermeye başladı. Yeni örgütlenme, kadın ve çocuk işçiler, enformel sektörde örgütlenme gibi konular artık ICFTU'nun öncelikli gündem maddeleri arasında yer alıyor.6 ICFTU'nun ilgisini bu konulara yönelten ise gelişmekte olan yeni emek hareketlerinden başka birşey değildir.
Türkiye'de Durum
Türkiye'de emek hareketi bu gelişmelerin neresinde? Yeni bir emek hareketinin imkanları var mı? Neler yapıldı ya da yapılabilir? Bu yazının sınırları içinde ancak bazı temel saptamalarda bulunabilirim.7
Türkiye'de sermaye sınıfının stratejileri bir yapısal değişimle beraber karşımıza çıkıyor ve bu emek hareketini de çok ciddi olarak etkiliyor. Türkiye kapitalizmi 1980'lerden sonra bir "yenilenme" (!) dönemine girdi. 1990'lardan itibaren bu "yenilenme" küreselleşme olgusu ve stratejisiyle bütünleşti. Son ekonomik programlar bu konudaki nihai adımların atılmasını öngörüyor. Örneğin tarım alanındaki politikalar sonucu kentlere yoğun bir işgücü akımı olacak. DPT´nin tahminine göre Türkiye´de kentleşme yüzde 80-90 düzeyine çıkacak. Bunun sosyo-ekonomik tabloyu ciddi ölçülerde değiştireceğini görmek lazım.
Sermayenin dünya çapında izlediği stratejiye daha önce değinmiştim. Bunun Türkiye´deki yansıması kamu alanında taşeronlaştırma ve özelleştirme ile serbestleşmedir. Diğer yandan özellikle sanayi alanında organize sanayi bölgeleri şeklinde bir organizasyon gelişiyor. Bu gelişme, Türkiye´de ücretli işçilerin sayısının dokuz-on milyona çıkmasını doğuran etkendir. Bunun daha da hızlanacağı görülüyor. Bugün kriz ortamında üretim ve yatırım aksamış durumda ama bu belki de "standardı ne olursa olsun yeter ki üretim ve istihdam olsun" yaklaşımının egemen olması için bilerek tercih ediliyor. Türkiye eninde sonunda düşük standartta da olsa bu günkü işsizlerinin bir bölümüne ve kentlere akacak yeni işsiz kitlelerine belirli bir istihdam yaratmak zorunda.
Bunun emek hareketine yansıması ise şöyle: Bugün Türkiye´de çeşitli sektörlerde ve çeşitli bölgelerde organize sanayi bölgeleri var. Seksen yeni organize sanayi bölgesinin planlandığını biliyoruz ve tarımdaki reform sonucu kırdan kente göçün artmasıyla birlikte kuralsız, kayıt dışı, çok düşük ücretle çalışan yeni bir işgücünün kentlerin çevrelerinde toplanacağını bugünden kestirmek mümkün.
Bu organize sanayi bölgelerinde işverenler örgütleniyor; yani bunlar bir yandan TOBB'a ya da TÜSİAD´a üye olabiliyorlar, ama ayrı tarz bir örgütlenmeleri de var. Organize sanay bölgelerindeki işverenler dernek kuruyorlar ve bu derneklerin amaçlarından biri buralardaki işçilerin örgütlenmesini engellemek.8 Bu çok önemli; yani işçi sınıfı içerisindeki heterojenleşme, sınıf bilincinin zayıflaması gibi olumsuz etmenlerin dışında çok temel ekonomik sebeplerden kaynaklanan örgütlenme talebi bile böylesine bir duvarla karşı karşıya kalıyor. Bir de buna hukuksal yapıda 12 Eylül sonrası sendikalaşmayı engelleyen antidemokratik düzenlemeler katıldığında gerçekten sermaye sınıfının kendi içerisinde, sınıfsal temelde yeni döneme uygun çok ciddi stratejiler oluşturmuş olduğu görülüyor.
Bu sorun sadece hukuksal yapıda demokratikleşmeyle, bir takım hakların kağıt üzerinde kazanılmasıyla çözülebilecek bir sorun değil çünkü bu sorun, aynı zamanda işçi sınıfın yapısındaki değişikliklerden de kaynaklanıyor. Geçmişte ücretli emekçilerin büyük ölçüde düzenli istihdam içinde düzenli işçilerinden oluştuğunu ve büyük ölçekli kamu ya da özel sektör işletmelerinde çalıştığını görüyorduk. Oysa şimdi işletme yapıları esnekleşiyor, küçülüyor ve buna bağlı olarak istihdam biçiminde de ciddi değişiklikler söz konusu.
Türkiye için bunların en önemlisi kayıtdışı istihdam. Ama bunun yanısıra geçici ya da sabit süreli taşeron işçiliği gibi belli bir düzene dayanmayan istihdam biçimleri de gelişiyor. Kadınların istihdamı arttıyor, gençlerin istihdamı arttıyor, çok yaygın bir çocuk işçilik kullamını var ve bütün bunlar aslında Türkiye´de bir yeni işçi kitlesinin ortaya çıkmasına yol açıyor. Öte yandan çok ciddi bir gelişme ise 1980 sonrasında kamu emekçilerinin, yani memurların işçileşmesi.
Kısacası çok parçalı, heterojen yeni bir işçi kitlesiyle karşı karşıyayız. Yeni işçiler geleneksel tarzda örgütlenemiyorlar; bir başka deyişle kendiliğinden bir biçimde, sadece ekonomik temelde bir sendikaya üye olup toplu pazarlık mekanizmasından yararlanamıyorlar. Bunun önünde ciddi hukuksal engeller var; bunun önünde sermayenin stratejisinden kaynaklanan engeller var, ama bunun önünde bir de bu çok parçalı işçi sınıfının, yeni işçi kitlesinin kendiliğinden bir sınıf bilincine ulaşması önündeki engeller de var. Dolayısıyla kendiliğinden bir işçi sınıfı bilincinin doğmasını engelleyen bu ortam aynı zamanda bu kitle içerisinde milliyetçiliğin, dinsel ideolojinin ve bir takım cemaat kalıplarının etkili olmasını getiriyor.
Peki bütün bu gelişmeler karşısında sendikal hareket ne yapıyor? Türkiye´de sendikal hareketin bütün bunlar karşısında esasen hala varolanı koruma güdüsüyle hareket ettiğini görüyoruz; varolanı koruma, yani tutuculuk. Ama bunun bir çıkış olmadığı, olamayacağı giderek daha fazla sendikal aktivist tarafından görülüyor. Bunun nedeni de şu: on milyon ücretli emekçi içerisinde örgütlü işçilerin sayısı bir milyona inmiş durumda. Oysa sınıfsal çelişmeler devam ediyor, sınıfsal mücadele her alanda sürüyor; yaşanan kriz sınıf çelişkisini hızla derinleştiriyor. Dolayısıyla "nasıl bir örgütlenme, nasıl bir örgüt yapısı ve sermayenin politikaları karşısında ne tür bir yeni mücadele stratejisi" oluşturulması birincil mesele olarak emek hareketinin gündemine girmiş durumda.
Alında Türkiye'de bu konuda bazı olumlu adımlara da kısaca değinmek gerekiyor. Birincisi 1990 sonrasında kamu emekçilerinin yenileyici bir dinamik olarak emek hareketine katılmasıdır. Kamu emekçilerinin mücadelesi emek hareketinin bütününe teşmil edilebilecek özellikler taşımaktaydı. Hakların kazanımını yasalarda değil meşrulukta arayan fiili mücadele ve işçi sınıfının bir parçası olma bilincinin giderek yaygınlaşması olumlu özelliklerin öne çıkanlarıdır. Ayrıca kamu emekçileri hareketi işçilerle birlikte örgütlenme, yatay örgütlenme (yerel-bölgesel örgütsel birimler vb.) ve gelişkin bir iç demokrasi gibi yeni bir emek hareketinin yaratılması açsısından son derece önemli konularda da potansiyel bir güce sahipti.
Ama ne yazık ki bu potansiyel güç hayata geçirilemedi. Ayrıntılarına burada giremeyeceğim bir süreç sonunda kamu emekçileri hareketi, yenileyici özelliklerini sınıfın bir bileşeni olarak işçi sınıfının diğer kesimleriyle buluşturma ve ortak örgütlenme yerine dünyada örneği çok az olan "memurların üst örgütü"ne dönüştürüldü; yatay örgütlülükleri de içeren yeni bir örgütsel yapı yerine klasik örgüt yapısı benimsendi; emekçi insiyatifini temel alan bir sendikal demokrasi yerine "fikirler koalisyonu" işleyişi belirledi. Sonunda grevsiv ve toplu sözleşmesiz dernek statüsünde bir "sendika yasasıyla" boğuşma noktasına gelindi. Buradan nereye gidilebilir? Bunu sadece kamu emekçilerinin meselesi olmaktan çıkarıp "Türkiye'de işçiler ve kamu emekçileri yeni emekçi kesimleri de örgütlenmenin odağına alarak yeni bir emek hareketi inşa edebilir mi?" sorusuna dönüştürmek gerekiyor.
Bu konuda bir başka tartışma ise geçtiğimiz yılarda DİSK bünyesinde yürütüldü. Geleneksel örgütlenme pratiklerinin başarısız olması karşısında DİSK yoğun tartışmalar sonucu bir dizi yeni karar aldı. Bu kararlar yaşanan deneylerden çıkarılan pratik kararlardı. Öncelikle örgütlenmenin işkolu temelinde ve tek tek sendikalar tarafından yürütülmesinin yanısıra bölgesel temelde ve ortak-kollektif tarzda sürdürülmesi kararlaştırıldı. Burada asıl hedef organize sanayi bölgeleri idi. Bir organize sanayi bölgesini tek bir işyeri olarak gören ve uzun vadeli bir eğitim-propoganda çalışmasının sonucunda örgütlenmeyi öngören bir tarzın yaratılması amaçlandı. Bunun için örgütlenme bölgeleri tespit edilerek "bölge örgütlenme koordinasyon kurulları" oluşturuldu. Ayrıca örgütlenmenin sadece işyeri temelinde yürütülmesinin zor olması nedeniyle emekçi mahallelerinde işçilere eğitim, sağlık ve hukuksal hizmet, ailelere yardım, sportif faaliyetler vb. gibi işlevlerle donatılan "işçi ya da sendika evleri" açılması hedeflendi. Mahallelerdeki bu faaliyetlerde öğretmenler, avukatlar, sağlıkçılar, mimar-mühendisler gibi meslek gruplarıyla işbirliği yapılabileceği öngörüldü. Böyle bir yeni örgütlenme perspektifiyle hareket edilebilmesi için örgütün iç yapısında değişikliğe gidilmesi, iç demokrasinin güçlendirilmesi ve kadın ve genç işçilerle ilgili çalışma gruplarının oluşturulması yönünde de tartışmalar yapıldı. Ancak bu yoğun tartışmalara ve alınan bazı kararlar rağmen pratikte hiçbir somut adım atılamadı. Örgütlenme geleneksel yöntemlerle sürdürülmeye çalışıldı. Bu da yaşanan erozyonu önlemeye yetmedi.
Kısacası Türkiye'de yeni bir emek hareketinin ipuçları vardır. Temel tartışmalar yapılmış, hatta bazı örgütsel kararlar bile alınmıştır. Ama tercihler döneminde bu kararlar hayata geçirilememiştir. Ama artık zorunluluklar dönemindeyiz; eskisi gibi kalma tercihimiz artık geçersizdir. Ya imkanlarımızı ve çabalarımızı yeni bir emek hareketinin inşasına yönelteceğiz ya da İngilizlerin dediği gibi "fosilleşeceğiz"! Ama yeni bir emek hareketi atölyelerden, mahallelerden, bürolardan, okullardan, hastanelerden, fabrikalardan serpilmeye devam edecek...
Son söz: Kamu emekçileri grevsiz ve toplu sözleşmesiz bir sendikayla boğuşuyor, krizle birlikte özel sektörde örgütlenme giderek eriyor-etkisizleşiyor, özelleştirmeler ve zorunlu emeklilik kamu işçilerinin sayısını hızla azaltıyor... Öte yandan kayıtdışı istihdam artıyor, kente göç hızlanıyor, kriz nedeniyle duraksamış olsa da küresel meta zincirlerine Türkiye'den yeni halkalar ekleniyor... Somut bir öneri: sadece yasalarla boğuşup elimizdekini korumaya çalışacağımıza, "işçiler ve kamu emekçileri olarak gücümüzü birleştiriyor, tek çatıda örgütleniyor ve yeni örgütümüzle örgütsüzleri de örgütlemeye girişiyoruz!" desek nasıl olur acaba? Bir cesaret ve kararlılıkla bu adımı atsak hangi babayiğit bunu engelleyebilir? Hangi yasa tüzük bunun karşısında durabilir? Bir hatırlatma: Eskiden ABD'de AFL ve CIO iki ayrı örgüttü; sonra birleştiler ve AFL-CIO oldular. Bir benzeri Türkiye'de olamaz mı?
Dipnotlar
1 Mustafa Sönmez'in belirttiği gibi IMF Programı'nın vaadettiği tek şey daha yoksul ve daha borçlu bir Türkiye (Bkz. "IMF Programının İçyüzü", www.bianet.org).
2 Yeni işçi kitlesi üzerine analizler son dönemde arttı. Özellikle kapitalist gelişme süreci Avrupa'dakinden farklı olan ABD'de bu konudaki literatür son derece geniş. Enformel (kayıtdışı) sektör, kadın ve çocuk emeği, göçmen işçiler, yabancı işçiler vb. konularında hem akademik alanda hem de sendikal ve siyasal alanda çokça araştırma yayınlanıyor, tartışma yürütülüyor. Yine bu konuyla yakından bağlantılı olan sanayi bölgeleri, serbest bölgeler, sınırda üretim gibi konular da yoğun biçimde tartışılıyor. Bütün bu tartışmaların bizi ilgilendiren asıl yanı ise yeni işçi kitlesinin sınıf mücadelesindeki yerinin ne olduğudur. Yanıtı aranan esas soru budur; buradan yeni sendikal örgütlenme, yeni emek hareketi ve sol, siyasal bilinç ve siyasal mücadele gibi tartışma alanlarına girebilmek ve daha verimli sonuçlar üretebilmek mümkündür.
3 ICFTU'nun aylık dergisi Trade Union World (Sendika Dünyası) son sayısının kapak konusu enformel (kayıtdışı) işçiler: Hintli bir sendikacı, "Sendikal hareket bu kaybedilmiş bölgeyi yeniden zaptetmedikçe gelişemez" diyor. Ne kadar doğru bir saptama?
4 Bkz. The future of the labour movement: Some observations on developing countries, ILO-International Institute for Labour Studies, Discussion Papers, www.ilo.org.
5 Bu konuyla ilgilenenlerin ILO'nun sitesinde bu programla ilgili dökümanlara bakmalarını öneriyorum. Emek hareketinin nereden nereye gittiğini anlamak bakımından çok yararlı.
6 Bu konuda iii no'lu dipnotta belirttiğim yazı bir örnektir. Kapak yazısı "Enformel Ekonomi: Sendikalar Kaybedilmiş (Bu) Alanı Yeniden Zaptetmelidir" başlığını taşyor. Yazının ilk paragrafı şöyledir: "Az sayıdaki istisna dışında bütün dünyada sendikalar üye kaybı ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Bu erozyonun temelinde sendikaların geleneksel olarak örgütlendikleri bazı sektörlerin gerilemesi ve yeni -ama daha iyi olmayan- istihdam biçimlerinin ortaya çıkması yatmaktadır. Ekonomik krizler ve yapısal uyum politikaları gittikçe daha fazla sayıda insanı enformel ekonomi alanına itmektedir. Düzensiz işler, gündelik-mevsimlik çalışma, sokak satıcılığı vb. şeklindeki işlerin hepsinin özellikleri ortaktır: iş güvencesinin olmaması, düşük ücret, sosyal güvenliğin olmaması, esnek çalışma saatleri, aşırı çalışma vb. Bu tip çalışma dünya çapında yaygınlık kazanmaktadır. Sendikalar acil bir sorunla karşı karşıyadır: Bu işçiler nasıl örgütlenecektir?"
7 Bu tartışmaya bir katkı açısından Bkz. "Toplumsal Hareket Sendikacılığı", www.sendika.org
8 DİSK'in yaşadığı bir deneyimi aktarıyorum. Çorlu-Çerkezköy bölgesinde örgütlenmeye gidildiğinde örgütlenen işçiler çok kısa bir süre sonra işten atıldı. O işçilerin bir bölümü, özellikle önderlik yapanlar başka fabrikalarda iş bulamadı. Yapılan araştırmalarda şu ortaya çıktı ki işverenlerin ortak bir fonu ve bilgisayar ağları var. İşten atılanları bu bilgisayara kayıt ediyorlar ve işten atılma nedeni ile yaşanan endüstriyel bir uyuşmazlıkta, diyelim ki geçici üretim faaliyetinin durması yaşandığında, o işverenin zararını tazmin edebiliyorlar, birbirlerinin zararını karşılayabiliyorlar .