Batılı meslektaşlarımızın oryantalist ve cahil yaklaşımlarına yüz bir örnek verebilirim ama başka bir yazıya kalsın. Önce Batı basınının İstanbul'daki saldırılar hakkındaki etik tutumu:
Mesafeli dolayısıyla sorumlu
Parçalanmış ceset, kan ve benzeri trajik görüntülerin gazete ve televizyonlarda yayınlanması meselesi, yani önemli bir etik kurala saygı, benim izleyebildiğim İsveç, Fransız, İngiliz ve Amerikan medya organlarında önemli bir sorun yaratmadı.
Batı medyasında, olayın vahşetini daha çok yakın çekim, hafif yaralı, mesela alnından bir parça kan akan, bir yurttaşın yüz ifadesi ile aktarıldı. Yıkılan binalar uzak çekim verildi.
Etik sorunu da sonuç olarak ideolojik-siyasi bir mesele. Batı, İstanbul'daki son iki saldırıda, olaya doğrudan taraf değil. Bu sayede olaya daha soğuk, daha mesafeli, daha heyecansız yaklaşabildi. Aynı saldırılar Stockholm, Paris, Londra ya da Washington'da gerçekleşse, özellikle popüler medyanın bizimkilerden farklı davranabileceğini sanmıyorum.
Aktar anlatıyor
Saldırıları Cezayir'de Arap televizyonlarından izleyen Cengiz Aktar'ın izlenimleri de bir başka açıdan ilginç:
"İstanbul'dan telefonla haber geldi, geçtim ekranın karşısına önce BBC, ve CNN'e baktım sonra Magrep ve Ortadoğu ülkelerinin TV'lerini taradım.
"Kanlı ceset, kol bacak filan görmedim. Ama dikkat ettim, El Cezire'den El Arabiya'ya Cezayir'den Tunus TV'sine kadar neredeyse tüm kanalların haber spikerlerinin yüz ifadesinde öyle korkunç üzgün bir hal yoktu. Arapça bilmediğim için daha çok yüz ifadelerini incelemeye çalıştım. Tabi ki sevinçli bir cemal de yoktu ekranda ama hani nasıl desem gözleri ışıldıyordu sanki..."
32 müminden bir kınama
Bir Fransız meslektaşım da Cuma günü, yani HSBC ve İngiliz Konsolosluğuna yönelik saldırıların ertesi günü, Beyazıt camiinde namaz çıkışı tam 32 kişiye mikrofon tutmuş: 'Çok garip, 32 müminden sadece bir tanesi, o da açık ısrar üzerine saldırıları kınadı'.
Siyasi ve sosyolojik tahlil açısından hesaba alınması gereken iki olgu... Medyatik açıdansa, kanlı ceset gösterip göstermeme meselesi, işin tali ya da teknik yanı. Esas tartışılması gereken konu, medya/terörizm ilişkileri.
İstanbul Emniyet Müdürünün medyaya yönelik eleştirisiyle biraz olsun gündeme gelen bu konunun bir kaç boyutu var:
Polisiye boyut, tayin edici olmasa da önemli. Medya, kamuyu doğru, çok boyutlu, inanılır, güvenilir ve hızlı bir şekilde bilgilendirme görevini yerine getirirken, olası zanlıların işine yarayacak bilgileri vermemeye dikkat etmeli.
Başbakan Tayyip Erdoğan ve İstanbul Emniyet Müdürünün bu konudaki yakınmaları anlamlı. İstihbarat çalışmalarını, öncelik verilen pistleri ve soruşturmayı zora sokan yayınlar, aslında yurttaşın ayrıntılı olarak bilmesinde gerek olmayan bilgiler.
Ancak bu bilgilerin yayınlanması, yurttaşın bilgi dağarcığını zenginleştirmediği gibi, zanlılara da yarıyorsa, sorun vahim.
Peki bu durumda medya organları neden bu tür bilgileri yayınladı?
Kova kaleciler
Gazete, televizyon ve radyoları izlediğimizde, özellikle sinagoglara yönelik saldırıların ardından saldırganlar hakkında yapılan yayınların tek kaynaktan çıktığını kolayca anlıyoruz.
Bingöllü zanlılar hakkında ayrıntılı bilgiler ve fotoğraflar belli ki resmi bir kaynaktan basına sızdırıldı. (Bu arada Vatan gazetesi haberi özelmiş gibi yayınlayarak sazan avında avlandı).
Bu yöntemle, Emniyet ya da Emniyet'in bir birimi belki de bir Emniyet yetkilisi, kurumunun ya da biriminin ne kadar başarılı ve ne kadar hızlı çalıştığını medya aracılığıyla topluma iletmek istiyordu.
Büyük ölçüde propaganda, halkla ilişkiler kokan bu operasyon bumerang etkisi yaptı. Emniyet'in ya kendi içindeki çelişme-rekabet su yüzüne çıktı ya da propaganda bir süre sonra kendi aleyhine döndü.
Andıçya'nın bilincinde olmak!
Haber kaynakları, özellikle de iktidarlar, sürekli olarak özel haber ya da sızdırma yoluyla medyayı yönlendirmeye çalışır. Bu onların neredeyse geleneksel olarak başvurdukları klasik bir yöntem.
Tabi ki eleştirilmesi gerekir. Ama daha vahimi, medyanın, haber müdürlerinin, muhabirlerin tutumu: Sen polisin verdiği her bilgiyi, her fotoğrafı, doğruluğunu denetlemeden nasıl yayınlarsın?
Polisin verdiği bu bilginin doğru olduğu ne malum? Gazetelerin, televizyonların polis-adliye muhabirleri, Emniyet ile yazı işleri arasındaki ulak mıdır? Bu muhabirlerin inceleme-araştırma yapmak gibi bir görevleri yok mudur?
Haber müdürleri, haberi getiren muhabire, 'Bunun kaynağı ne? Doğruladın mı?' diye sormuyor mu? Genel Yayın Yönetmeni, sabah toplantısında muhabirlerini yönlendirmiyor mu? Andıçya'da yaşadığımızın bilincinde değil miyiz?
Emniyetin fişi haber merkezinin prizinde
Batılı medya organları bu tür haberleri hep temkinli bir dille ve genel olarak da Hürriyet gazetesinden alıntılayarak aktardı. Yapılması gereken, Hizbullah türü örgütleri incelemiş olan muhabirlerle polis-adliye muhabirlerinin acilen ekip kurup, dış haberlerden de El Kaide'nin geçmiş saldırıları hakkında bilgi alıp hızlı bir şekilde istihbarat toplamalarıydı.
Gazete ya da televizyon haber merkezinin, olağanüstü gelişme sayılması gereken bu tür durumlarda, kriz masası benzeri bir birim kurup, gelen istihbaratı değerlendirmesi, resmi ve diğer kaynaklardan gelen haberlerle 'çapraz denetlemesi' gerekirdi.
Ama Türk medyası, medya olmaktan çok Türk ve resmi olduğu için, mesleğin abc'si sayılan bu girişimlerin hiç birini yapmadı, fişini Emniyet'in prizine taktı ya da Emniyet'in fişini haber merkezinin prizine bağladı. Oradan nasıl olsa haber geliyor!
İlk verdin de ne verdin?
İkinci saldırıda olay yerine en yakın konumdaki özel bir televizyon istasyonu, tamamen coğrafi mesafe avantajı kullanarak üstelik naklen yayında hiçbir zaman, hiçbir yerde yayınlanmaması gereken kanlı, parçalanmış ceset görüntülerini yayınladı.
Bu yetmiyormuş gibi, diğer kanallar da bu görüntüleri kendi ekranlarına taşıdı. Haberin doğruluğundan çok, yayına girme sürati tayin edici olursa bu tür vahim hatalar daha çok yapılacak.
Burada özellikle naklen yayının dezavantajlarını da düşünecek olursak, kameramandan masa başındaki sorumluya kadar her profesyonel suçlu! 'Önce biz verdik', 'Başka kanallar da bizden aldı', hatta 'Avrupa ve ABD TV'leri de bize bağlandı' gibi gerekçeler öne sürüldü.
İyi de sen, önce verdin de, ne verdin? Medya/şiddet ilişkisi işte tam da burada devreye giriyor.
Habercilik korkutmak mı?
İşin önce felsefi yanına kısaca değinelim: Gazetecilik, habercilik yurttaşları korkutmak, terörize etmek, tedirgin kılmak için kullanılan bir araç değil, olmamalı.
Tam aksine gazetecilik, kamuyu bilgilendirmek, sağlıklı, akılcı düşünmesini sağlamak için tüm bilgileri, doğru, konumuna ve temeline oturtarak, abartmadan, küçümsemeden vermek...
Üstelik medya ilke olarak hiç bir zaman nedeni, kökeni, gerekçesi ne olursa olsun şiddeti, şiddetin hiçbir şeklini övercesine yaygınlaştırmamalı. Oysa ki, çocukların da ekran başında olduğu bir saatte böylesine vahşi-trajik görüntüler yayınlamak hem gerçeği tahrif etmek anlamına geliyor, hem de dolaylı ve bilinçsizce de olsa, saldırıyı gerçekleştirenlerin amacına hizmet ediyor.
Tekrar edilen, yakın planlarda verilen bu vahşet görüntüleri, saldırının boyutlarını genişletiyor, korku-tedirginliği yeniden üretiyor, yaygınlaştırıyor. Duygusallık ve heyecan pompalanması akılcılığı, salim kafayla düşünmeyi engelliyor. Medyanın amacı şiddeti övmek ya da lanetlemek olmamalı. Medya, insanların, şiddetin ya da somut olarak söz konusu şiddet olayının ne olduğunu tüm boyutlarıyla anlatması, açıklaması için çalışmalı.
DGM savcısı Thatcher yanlısı mı?
Medya/Terörizm konusunda son yıllarda en radikal ve en anlamsız tutumu İngiltere Başbakan Margaret Thatcher savunmuş ve uygulamıştı. 'Medya, terörizmin oksijen tüpüdür' saptamasından yola çıkan Demir Leydi (Artık Paslı Teneke), kamu gücüne dayanarak, terörizme ilişkin neredeyse her şeye yayın yasağı getirmişti.
Oysa ki, şiddete karşı en etkili güç olan toplumun konu hakkında bilgi sahibi olması engelleniyor, Thatcher yöntemiyle, terör neredeyse mağdur duruma düşüyor, hatta belli bir meşruluk bile kazanabiliyordu. 'It's forbidden, my brother' (Yasak, Hemşehrim!) anlayışı ne İngiltere'de ne de Türkiye'de terörizmi geriletebildi.
Bu tür durumlarda, yasağın, sansürün tersiymiş gibi görünen, hiçbir filtreden geçirilmeden yayınlanan görüntü ve açıklamalar da şiddeti cesaretlendirebilir. Yayın yasağı da, sorumsuz-bilinçsiz sansasyonel ya da 'hızlı' yayıncılık da doğru haberciliğin önündeki iki büyük engel.
ABD bayrağı neyi önledi?
Savaş, çatışma, suikast, kriz, kitlesel saldırılarda nasıl habercilik yapılması gerektiği yolunda son 20 yılda dünya literatüründe 'Conflict Journalism' (Çatışma Haberciliği) başlığıyla bir alt disiplin geliştiriliyor. Gazetecilik okullarında bu konuda dersler konuluyor, meslek örgütleri seminerler, paneller düzenliyor.
Bütün mesele yine bir denge meselesi: Bir yandan yurttaşın tüm önemli bilgilere özgürce ulaşmasını sağlayacak medya organları, bir yandan da hem içerik hem biçim olarak şiddete hizmet etmeyen, toplumda yılgınlık yaratmayan bir çizgi tutturulacak.
E bu görev de, sağa sola ve manşetlere bayrak asmakla olmuyor! 11 Eylül sonrası Amerikan örneğini taklit eden kimi Türk gazeteleri, son iki yıldır Amerikan bayrağının bu saldırıları önleyemediğini göremedi mi?
Üstelik bir gazetenin, gazetecinin görevi, bu tür olaylarda, mecrayı milliyetçiliğe çevirmek mi olmalı? Sen kendi işini doğru dürüst yap, kimse başka bir şey istemiyor. Bilgili dolayısıyla bilinçli yurttaşlardan oluşan bir toplum, terörizme karşı demokratik ve kitlesel mücadele yöntemi olarak herhalde bayrak asmaktan daha etkili siyasi yöntemleri bulabilir.
'Türk gazeteciler Emniyet'te'!
Sonuç olarak yurttaşlar, okurlar Hizbullah hakkında daha fazla bilgi istiyor. Devlet-Hizbullah-PKK dönemi hakkında somut bilgilere ihtiyaç var.
İlk saldırının İsrail'e ikinci saldırının da İngiltere'ye karşı olduğunu öne süren kimi yetkililerin açıklamalarını aktaran Türk medyası, ek olarak vurulan hedeflerin yerini gösteren bir kroki hatta bir harita mı vermek zorunda?
AKP'nin Batılı deyişle 'ılımlı İslamcılığı' ya da 'Demokratik İslam' ve belki de 'İslami Demokrasi' kavramlarını kaç köşe yazarı bu saldırılar bağlamında değerlendirdi?
AKP-ABD-İsrail ilişkileri bugün gündeme gelmeyecekse ne zaman gelecek? Devlet ve iktidar yanlılığıyla sakatlanmış olan Türk medyası, ilk başta AKP ve Türkiye'yi ilgilendirmezmiş gibi gösterdiği saldırılar konusunda kamuoyunu doğru dürüst bilgilendiremedi.
Saldırganların arzuladığı ortamın yaratılması ve güçlendirilmesi konusunda Türk medyası maalesef başarılı....
'İngiliz gazeteciler Bingöl'de' diye haber yayınlamak ne anlama geliyor Allah aşkına? (RD/NM)