Bilim Teknik Dergisi’nin “Darwin” ve “Evrim Kuramı”yla ilgili yayınının başlattığı tartışma bir gerçeğin görülür hale gelmesine vesile oldu.
Benzer biçimde YÖK’ün karar alarak tıp fakültesi öğretim üyelerini “zorunlu rotasyon”a göndermek için üniversitelere verdiği emir de aynı gerçeğe dayanıyor.
Her iki kurumun yöneticilerinin gerçek amaçları bu yapıların “anlamsızlıklarını” ortaya koymak mıydı, başka bir deyişle gerçekleri göstermek için “bilerek ve isteyerek mi” yaptılar bunu bilmiyorum. Ama en azından salt ortaya çıkardıkları bu “gerçeklik” nedeniyle onlara ne denli teşekkür edilse azdır.
Çünkü “kralın çıplak” olduğunu fark etmek ve “gerçeği” ortaya koymak açısından bu “iki tutum”un bence büyük katkısı olmuştur.
O gerçek “bilimde ‘emir komuta’nın da, ‘demokrasi’nin de herhangi bir geçerliğinin olmayacağı, olamayacağı”dır.
Bunlara yine bilimle bağdaşmayacak bir başka temel “alanı” da eklemek gerekir. Bu iki olayla belki de yine bilmeden bunu da “bilimsel kurum”ların başında olanlar dolaylı olarak ortaya koymuş oldular:
“Bilimde ‘inanç’ da olmaz, olamaz.”
* * *
Önce inancı ele alalım:
İnsanın “bilmesi” başka bir şeydir, bildiğinin doğruluğuna “inanması” başka bir şeydir. Kuşkusuz
bir “bilim insanı”nın kendisine ve yaptıklarına “inanması” da çok önemlidir. Ama bu onun bilim insanı olmasından değil de “insan” olmasından kaynaklanır.
Bilimle uğraşan bir insanın “bildiğine inanır hale gelmesi”, ortaya koyduğunun “bilim dışı”, onun bir “bilim insanı” olmaktan çıktığının da temel göstergesidir bence. Bilim ortaya koyar ve daha koyduğu andan başlayarak ondan “kuşkulanır.” Oysa “inanç” ancak “kuşku”nun olmadığı yerde varolur.
“İnanç”ın etkileri, sağladıkları ve gösterdikleri insanlar için, onlara inananlar için çok önemlidir. Hatta daha ileri gidip bunun belki de insan için, “inananlar” için çok önemli bir gereksinim olduğunu da söyleyebiliriz. “İnanç” yalnız ona inanana bağlı bir “alandır”.
Ama “inanç”ın bilime herhangi bir etkide bulunmayacağını, bir katkı sağlamayacağına, olana yeni bir boyut ve yan katmayacağını ve bilimsel bir “doğru”nun gösterilmesinde veya kanıtlanmasında herhangi bir rolünün olmayacağını da kabul etmeliyiz.
Eğer “bilim”le uğraşanlar bu “kategori”yi bilimsel düşünme ve üretme süreçlerinde bir “unsur” olarak kullanıyorlar ya da savunuyorlarsa onların yaptığının “bilim olduğundan” kuşkulanmalıyız.
Çünkü, “inanç içeri girdiğinden itibaren “bilim”in araştırılıp ortaya konulduğu kurumlar yerler “bilimin yerleri” olmaktan çıkar, oralar artık bir inancın “mabedi” haline gelir.
Mabetlerde bilim yapılamaz, ancak ne yazık ki bizde “bilim yuvası” denilen yerlerde sıkça görüldüğü gibi yalnızca “tapınılır”.
* * *
Bilim de, siyaset de, inanç da ayrı kategorilerdir. Kuralları, ölçüleri, belirleyicileri başka başkadır.
Kategorik olarak söyleyebiliriz ki “inanç”la “siyaset”in birbiriyle ilişkisi daha yakındır ve birbirine daha bağımlıdırlar.
Ama bilimin dediğine “siyaset ve inançla”, siyaset ve inancın dediğine de “bilimle karşı çıkmak”; bunu olabilir kabul etmek, yapmak, yapmaya çalışmak da anlamsız ve abesle iştigaldir.
Bilim ancak kendi kural ve yöntemleriyle varolur. En temel kural da ürettiği, ortaya koyduğu bilgiden “kuşkulanması”, onu sürekli olarak “yanlışlamaya” çalışması, “reddetmeye” uğraşması, “doğru saydıklarını ya da sandıklarını” her defasında yeniden sınaması, sürekli sorgulaması, tartışması ve inancı ya da politikası ne olursa olsun yine bilimsel anlamda doğruyu “ortaya koyması” ve nihayet “yeniden üretmesi”dir.
Onun için “bilim insanları”nın “laboratuarın içinde ve dışında ayrı ayrı kimlikleri olduğu” kabul edilir, tüm bilim insanlarının “laboratuarın içine girdiklerinde artık birer maddeci, materyalist oldukları” savunulur.
Bir bilim insanı ürettiği doğruyu “yanlışlığı ortaya çıkana kadar” kabul edebilir, savunabilir, onun üzerine bir şeyler ekleyerek yeniden üretebilir. Ama yukarıda dediğimiz gibi onlara “inanması ya da inanmaya başlaması” onun artık “bilim insanı”, oranın “bilim yuvası” olmadığı, ya da oranın dışında olduğu anlamına gelir.
* * *
“İnanc”ın da, “siyaset”in de hem onları ortaya koyanlarca, hem de onları kabul eden ve inananlarca reddedilmesi, değişmesi ya da bambaşka yeni politikalar ve inançlar ortaya koyması ve benimsenmesi elbette mümkündür. Bunların olması “inanç”ı ya da “siyaset”i “bilim” haline getirmediği gibi “bilimi” de inancın ve siyasetin dayanağı haline getirmez.
Dahası bilimin ortaya koyduğu kimi gerçeklere çeşitli siyasetler ya da inançları için dayanak olarak kullanılabilir. Hatta “siyasetinin”, ya da “inancın” doğrulanması için zaman zaman “bilimden destek, kanıt da istenebilir”.
Bilim insanı için bu yeni bir bilgi ortaya koyacaksa yapılabilir. Ama buna her şeyden önce onun istemesi, gerekli görmesi ya da anlamlı bulması gerekir. Ama bir bilim insanına, hangi yolla olursa olsun bir “siyaset ya da inancın” dayatılması, onun “kanıtlanması ya da doğrulamasını” istenemez, istenmemelidir. Bu bilimin ve bilimsel tutumun “zedelenmesi” anlamına gelecektir.
En güçlü diktatörlerin bile emredemeyeceği tek insan grubu “bilimle” uğraşanlardır. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Bunu yapmak isteyen “yönetici ve diktatörlerinin” esamesi okunmazken, buna direnen “bilim insanları” herkes tarafından bilinir.
* * *
Bir bilim insanı eğer yalnızca bunu yapmak üzere o çatı altında bulunuyor ve kendi isteğiyle bunu yapar hale gelmişse, orası artık “laboratuar” değildir. Bu nedenle sırtındaki “gömlek” de artık bilim insanının gömleği sayılamaz. Pek çoğu kendisini “böyle gösterse” ya da “böyle olduğunu savunsa” da, artık kimseyi kandıramaz, kimseyi bunun doğruluğuna inandıramaz.
O yüzden, bir “siyasi” lider, ya da bir “inanç rehber”i olmaya oranla “bilim insanı” olmak çok daha zordur. Bir “önder” olarak peşinizden ölüme giden militanlarınız olabilir. Bir “imam” olarak size tapınan müritleriniz de olabilir. Ama bir bilim insanı olarak ortaya koyduğunuz bir gerçeği “yanlışlamak” üzere yeniden araştırma yapan, bunun için yeniden laboratuara girmeye çalışan bir araştırmacının çıkması sizin ortaya koyduğunuz gerçeğin “bilimsel” düzeyine bağlıdır. Bu hiç de kolay değildir ve ancak büyük bedeller ödenerek o noktaya ulaşılır.
Bilim öncelikle özgürlüğe gereksinir. Kendi kararını kendi verip, bilimsel doğruları hiçbir engellemeye maruz kalmadan kendileri ortaya koymak ister.
Bilim insanları da bilimsel yapılar da, bundan uzaklaştıkları oranda “bilimsellik”lerini de yitirirler, bilim kurumu ya da yapısı olmaktan çıkarlar.
* * *
O nedenle emir komuta altında bir “bilim kurumu” da bilimin asıl üretildiği “üniversite” de olmaz, olamaz. Dün olmamıştır, bu gün değildir, bunlar sürdükçe yarın da olmayacaktır.
Bilimin kuralları ne darbe yoluyla yukarıdan aşağıya, ne de demokrasi yoluyla aşağıdan yukarıya belirlenemez. Böyle olmadığı için de “bilimi ortaya koyanlar, üretenler, bilgiyi her defasında bir öncekini reddederek geliştirenler” de emir komuta altında olmazlar, “hiyerarşik erk silsilesi”nin içinde konumlanamazlar.
Eğer olursa tıpkı “TÜBİTAK” ve “Bilim Teknik Dergisi”, YÖK örneklerinde yaşandığı ve görüldüğü üzere “kralın çıplak” olduğu ortaya çıkar, görünür hale gelir. Dolayısıyla bu kurumlar “bilim kurumları” değildir.
Devletin kendisini devlet olarak kabul eden toplumu için “bilgi üretmek, öğretmek ve yaymak” için yine o toplum adına “kurumlar oluşturması, işletmesi ve hizmet eder vaziyette” tutması zorunlu bir görevidir; daha da ileriye giderek bunun bir anlamda onun “varlık nedeni” de sayabiliriz.
Ama o kurumlarda bulunup, gerçekten bilimle uğraşanlar, bu niteliklerini o hiyerarşinin dışında oldukları, başka bir deyişle “emir komuta” altında olmadıkları zaman korurlar ve bilimin üretilmesi, ortaya konulması ve öğretilmesi görevlerini hakkıyla yerine getirebilirler.
* * *
Her “iktidar” varolmak ve iktidar olmak için kendi emirleri altındaki kurumlara gereksinir.
İktidarı isteyenler de zaten o kurumları kendileri için var etmeyi, emir ve komutaları altında olmasını istedikleri için iktidarı hedeflerler.
Onun için “iktidar” olanlar, onlarla işbirliği yapanlar ya da onu hedefleyenler “kralın çıplak”lığına gözlerini kapatır, ya da göz ardı ederler, “çıplaklığı” unuturlar ve onu tartışmadan ve o görünen çıplaklığın içindeki ayrıntıları tartışmayı yeğlerler, bunları düzeltmeyi hedeflerler.
Diğer yandan bilimde “demokrasi” de olmaz, olamaz; çünkü bilim “laboratuarın içine girdiği anda” ne türü olursa olsun “demokrasi”nin kural ve ilkeleriyle “gerçekliği araştıramaz, bulamaz ve söyleyemez”. Hiçbir zaman bir “bilimsel doğru”nun doğruluğu onu savunanların sayısına bakılarak karar verilemez.
Herkes oy birliği halinde “iki kere ikinin üç ettiğini” söylerse bu “iki kere ikinin üç ettiği” sonucunu doğurmaz. Ancak bilim kendi kuralları ile bunu “üç ettiğini” kanıtladığı anda da çoğunluk, da ortak akıl da, duygu da “dört” olduğunda birleşse de o çoğunluğun söylediğinin yine bilim açısından hiçbir anlam ve önemi yoktur ve olmamalıdır.
Bu bağlamda bilimin “demokrasi” kurallarını bir bilim üretme yöntemi olarak kullanması ya da yeğlemesi başka bir şeydir, aynı bilimsel yapıların “demokrasi”yle yönetilmesi başka bir şeydir,.
Dolayısıyla bilimsel kurumlarda “demokrasi”yi var edip sürdürmek, “bilimsel”liği sağlamak bakamından gerekli ve olanaklı değildir.
* * *
Sonuç olarak, devletin kendi erki altında ve hiyerarşik yapısı içinde, onu kendi “siyaseti ve inancı” doğrultusunda dayatmalarda bulunarak çalıştırmaya kalkarsa bu kurumların “bilim kurumu” olma nitelikleri ortadan kalkar.
Onun için TÜBİTAK, Türk Tarih Kurumu devlet kurumları, YÖK gibi bir idari erkin belirlediği kurumun emir komutası alında çalışan üniversiteler gerçek “bilim kurumları” değildirler.
Onlar bu halleriyle yalnız devlet erkinin kullanıldığı “idari daireler” sayılmalıdır.
Dolayısıyla bu kurumlarda görev yapanları da “bilim insanı” saymak mümkün değildir; onlara ancak “devletin memuru” denilebilir. Bu onu kabul eden topluma “hizmet etmek” kötü bir şey değildir. Ancak buna “bilim” adını vermek de doğru değildir. Devlet memurlarınca yapılacak “bilim” ancak bizde olduğu kadarıyla “bilim”dir.
Bilim kendi kuralları ile varolmalıdır, kendi doğrularını özgürlüğünü koruyarak “bilimsel gerçeği ve doğruyu” bağımsızca ortaya koyabilmelidir.
Şimdi ister “eğri oturup doğru konuşalım”, ister “şapkamızı önümüze koyarak” düşünelim yapılması gereken ve ortaya konulması gereken budur: Yani “Kral çıplak”tır.
“Kralın çıplak” olduğu bugüne kadar yeterince söylenmedi, en azından “bütün” bilim insanları tarafından hem de yüksek sesle söylenilmedi. Şu anda yapılan tartışmalarda da her nedense yeterince söylenilmiyor. Bunun nedeni “korku” olabilir, “çıkar” olabilir, “durumunu korumak” olabilir. Neden ne olursa olsun en başta da bunu bilenler, görenler, kabul edenler, dolayısıyla bu “bilimsel kurumlarda” bulunup, kendilerine “bilim insanı” diyenler, kendilerini “araziye uydurup susmamalı” ve en azından şimdi “yüksek sesle” itirazlarını dile getirmeliler.
Asıl yapılması gereken “Darwin’in dine uygunluğu” tartışması değil, bu gerçeğin söylenmesidir.
Çünkü bu tartışmaların yapılması var olan durumun sürmesini engellemiyor, durumu ve sonucu değiştirmiyor. Böyle olduğu sürece de bu durum hiçbir zaman değişmeyecek. Bunu demeyenler ya iktidar ya da onun ortağı, en azından “payandası” olmayı kabul etmiş sayılacaklar.
En azından öyle olmayanlar ve olmak istemeyenlere sesleniyorum:
“Darwin’i ve evrim kuramını” savunmadan önce bu cümleyi söylemek zorundasınız.
Şimdi “kral çıplak” demenin zamanıdır! Demeyenler çok olsa da, demeyenler çoğunluk olsa da başka çıkış yoktur. Ben görüyorum ve bunu ifade etmekten de çekinmiyorum:
Çünkü “Kral çıplak” Haydi siz de söyleyin! Darwin korkmamıştı.(MS/EÜ)
MUSTAFA SÜTLAŞ'tan
Kral Çıplak!
TÜBİTAK, Türk Tarih Kurumu devlet kurumları, YÖK gibi bir idari erkin belirlediği kurumun emir komutası alında çalışan üniversiteler gerçek “bilim kurumları” değildirler. Asıl yapılması gereken “Darwin’in dine uygunluğu” tartışması değil, bu gerçeğin söylenmesidir.
ilgili haberler
Hak odaklı, çok sesli, bağımsız gazeteciliği güçlendirmek için bianet desteğinizi bekliyor.
ilgili haberler
diğer yazıları
PELİN ÖZER İLE ŞİİR VE KİTAPLARI ÜZERİNE
Şiirin sesi, dili ve anlattığı...
5 Şubat 2022
majak'tan cenk'e cenk'ten majak'a
ad koymak ve bir "adı" olmak
20 Kasım 2021
Sanatçılar karantinadaki erkek şiddeti oyununda buluştu
9 Kasım 2020
“hiçbiryer”in insanları her yerde!..
6 Haziran 2020
MUSTAFA SÜTLAŞ'TAN
kırk yıllık hekim olmak(!) (*)
14 Mart 2020