"Rüyanın Kapıları” adlı masal kitabındaki at yetiştiricisi çocuk, hikaye anlatma ustalığının peşine düşen Kehribar, ne kapısı olduğunu bilmediği bir kapıyı arayan kız, yaşanmışlıkların nereye gittiğini yıldızlara soran çocuk…
Öyle iyi geliyor ki, belki de zamansızlığa, masalların sevincine ihtiyacımız var. İyileşmek için.
Sosyal medya kanallarından birinde (sahibinin adını ne yazık ki hatırlayamadığım) yaklaşık şöyle bir sözle karşılaşıyorum:
“Kötülükler ve kötülüğü olumlayanlarla, onlarla nasıl başa çıkabileceğini bulmaya çalışanların yüz yılı bu.”
Sözün, özellikle “kötülükle başa çıkabilmeye çalışanlar” bölümü öyle çarpıcı geliyor ki…
Masal kitabının en çok, insanların nasıl uyandıklarının kayıdını tutan kayıtçısına takılıp kalıyorum. Her birimizin yastık başlarında böyle birer kayıtçıya nasıl ihtiyacı var! Uyandığımızda, en büyük yükü taşıyan gecelerin ağırlığını hafifletebilecek bir “nasıl uyanıyoruz kayıtçısı” nasıl da iyi olurdu! Derdimiz kayıt değil, o işini yapsın isterse, ama kayıdın dışında bizi sağaltacak birine benziyor kayıtçı.
Uykusuz gecelerle baş etmeye çalışıyoruz çünkü. Uyuduğumuzdaysa kabuslar uyandırıyor hemen, mahallenin kedilerinden biri yüksek bir toprak tepede pençelerini uzatmış, atlamaya hazır canavara dönüşüyor meselâ.
Duvar diplerinden “geliyorlar” diyen umutsuz fısıltılar yükseliyor…
Yaşaması kadar, kötülüğün tanıklığında taşıması zor yükler taşıyoruz.
Olan bitenin imgesi, düşüncesi, çaresizlikle buluşup içimizde durmadan yankılanıyor. Durmadan yankılanıyor içimizde ve sürekli düşünüp hatırlamak, seyircilikle ve çaresizlikle buluştuğunda, kendimizi koyacağımız bir yer yok.
Belki bir filmde, kitapta, bir sohbet anında gömülü kaldığımız anlar iyi gelebilir, çalışıp üretirken, işimizi yaparken de, hah, şimdi olan biteni unutmuş gibiyiz, ne güzel bir an bu, hayat hiç de fena değil!
Ancak o andan, oradan çıktığımızda her şeyin yerli yerinde durduğunu fark ediveriyoruz. Giderek kendine büzülüyor içimiz, dışında kocaman duran bedenimizle uyumsuz, uygunsuz. Zihnimizi canlı ve uyanık tutma çabamızsa gülünç. Tuhaf bir uyanıklık halini üzerimize takınıp, sarsıntılı bir yürüyüşle sözde çekip gidiyoruz, içimizdeki vicdan savaşlarının kendini bir nabız atışı gibi boyuna duyurduğu huzursuz edici bir belirsizlikte.
Masal mı, diyecek birileri. Böylesine sert bir zamanda mı? Evet, tam da bu sertlik yüzünden, bu sert zamanda.
Bu anlamda, “Peri Masalları Üzerine” isimli kitabında tam da bize söylüyor sanki J.R.R. Tolkien, “Yeniden yeşile bakmalıyız” derken.
“Önce iyileşmeye ihtiyacımız vardır,” diyor. “…mavi, sarı ve kırmızı bizi yeniden heyecanlandırmalıdır. İnsan başlı at ve ejderle tanışmalı,ardından birdenbire eski çobanlar gibi koyunları, köpekleri, atları seyretmeliyiz - ve kurtları. Bu iyileşmeyi sağlamamıza peri masalları yardımcı olur. Bu anlamda sadece onlara duyulan bir zevk bizi çocuksu yapabilir ya da tutabilir.”
Ayrıca, “Hiç bir zaman aklın diline tercüme edilemeseler de, onların anlamsız olduğunu, ancak Beethoven’in Dokuzuncu Senfonisini de anlamsız bulan bir Mantıksal Pozitivist iddia edecektir” diyor, Ursula K. L.Guin, Kadınlar Rüyalar Ejderhalar kitabında.
Fantazi bir çok nedenle gerekli, biliyoruz. Onlardan biri de, gerçeğin tanınması. Aklı reddetmez fantazi, tersine sağlam, keskin bir akıldan çıkabilir ancak olağanüstü dünyalar. Masallarla, bilim kurguyla alternatif dünyalar kurabilmek hiç de kolay bir iş değildir.
İdil Nalbantoğlu’nun kendine özgü kurgusu, dili, iç sesiyle geleneksel masallardan oldukça farklı, içinde kötülüğün olmamasıyla, iyiyle kötünün çarpışmasızlığında belki alternatif masal da diyebileceğimiz anlatılarının içimizde bıraktığı tortu, anlayışla, adaletle donanmış bir dünya.
Masalda, okur ya da dinleyici için olabilirlik değil, arzu edilebilirlik esas olduğundan, Ursula K.Le Guin’in deyişiyle “ahlaki bir diyalektik” içerdiğinden, masalların sağaltıcı yanından söz edebiliyoruz. Bu masallarda da, her sanat yapıtının paylaşımındaki gibi, “sana inanmayı deneyeceğim” anlaşmasının masalların olağanüstülüğü göz önüne alındığında en keskinini yapıp, kendimizi ona bırakıp geri döndüğümüzde, ‘Rüyanın Kapıları’ndaki iyiliği hatırlıyor, “oralarda” olmayı ve “onları” arzuluyoruz.
Böylece, gerçeklerden bir an olsun uzaklaşmamak gerektiğini savunan anlayışa karşın, gerçeklerden daha zengin bir hikâye okuyup iyiliğin, adaletin ve vicdanın bir yerlerde durduğunu, öne çıkmak için bir çeşit sıra beklediğini, dolayısıyla gerçekleşebilir olduğunu hatırlıyoruz. Şimdi en çok bunu hatırlamaya gereksinimimiz var çünkü.
Çünkü, kötülüğün tanıklığındayız. Bu tanıklıkla aşağılanıyoruz ve utanç duyuyoruz. Benliklerimizden parçalar kopuyor, eksiliyoruz.
Onurumuz kırılıyor aslında.
Bunlarla baş edilir mi? Ediliyor elbette, üstelik bu hep böyle sürmeyecek ki! Ne yazık ki geri alınamayacak kayıpların dışında, bir gün hepsini geri alacağız.
Bildiğimiz her yolu deniyoruz, işimizi iyi yapalım biz ki, kötülüğe karşı dik duralım, deniyor. Kendi sistemimizi kuralım ve güçlendirelim.
Yapmaya çalışıyoruz, kendimize ve başkalarına anlayışlı olmaya çalışıyoruz, seyircilikten öte yapabileceklerimize kafa yoruyoruz, her anlamıyla -iyi- olmaya çalışıyoruz.
Kötülüğün tanıklığında iyiliği hatırlamak neden gerekli?
Sadece içimizin okşanması, yüreğimize su serpilmesi, bize yaşama gücü vermesi açısından değil. Olası farklı dünyaları unutmanın, böyle bir dünyada yaşamaya mahkûm olmayı zorunlu saymanın tehlikesinden uzak durmak için…
Başka bir yaşam olasılığını unutmanın, kişisel ya da toplumsal alternatif üretmeye, çözüm bulmaya engel olmasından… Bizi umutsuzluğa düşürme olasılığından korunmak için gerekli. Umutlanmak için ve “bana masal okuma!” aşağılamasına inat, masal okuyun siz de.
“Rüyanın Kapıları”nı alın ve bu yumuşak masallarla başlayın. (ZB/EKN)
* Rüyanın Kapıları, İdil Nalbantoğlu, h2o Yayınları, Mart 2016