İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın ajanslara düşen açıklamasını hayretle okudum. Bakan Şırnak, Nusaybin ve Yüksekova’da da sokağa çıkma yasağı ve operasyonlara başlanacağını, buralarda da “kamu düzenin ve güvenliğinin” sağlanacağını müjdeliyordu (!) Cizre ve Silopi’de gördüğümüz yıkıntılar ve vahşet AKP iktidarının şu ünlü “kamu güvenliği” hülyasının fotoğrafı olarak tüm acıtıcılığıyla yanı başımız da duruyorken, aynısının söz konusu üç kente de yapılacağının ilanı değildi bu açıklamada beni hayrete düşüren şey. Aynı açıklamada bakanın bu defa “düzenin” sağlanma süreci başlamadan önce yurttaşı da durumdan haberdar edeceklerine dair inceliğiydi(!).
Ne yani, Bakan halka “bir maniniz yoksa siz çıkın biz evinizi, kentinizi yıkacağız, kalanın akıbeti için de Cizre’ye bakınız” mı diyordu? İşte bu durum beni hayretlere düşürdü. Bu nasıl bir özgüvendi böyle? Yaşananlar, yaşananın fotoğrafı, hükümete ve Ala’ya çok insani, hukuki, vicdani, ahlaki gelmiş olmalı ki tek kusur olan “haberdarlık müessesini” de işleterek, bu işte de “ustalık” aşamasına geçip, mükemmelen bir “temizliğe” geçeceklerdi!?
Bakan’ı dinlerken birinci bodrumda, “Oğlum Kasım Yanal’ın kalan parçalarını arıyorum” diyerek etrafa bakınan babayı düşündüm… Kıyametini yaşamış ama yine de ve tüm yıkıntıların ortasında dimdik kalmakta ısrar etmiş Cizre’yi düşündüm… Müjdelenen(!) kentlerle Cizre’ye yapılan kötülüğün sıradanlığa mahkum kılınma çabası içimi üşüttü…
Oysa Cizre iyileşmek istiyor, bunun için ise yaşatılan kötülüğün sıradanlaşmaması gerekiyor.
***
Evet, benim gördüğüm Cizre, kolay kapanmayacak, derin ve muhakkak iz bırakacak olan yaralara rağmen iyileşmek istiyor. Yenileri açılmadan Cizre kendisiyle birlikte herkesi iyileşmeye davet ediyor.
Bunu Cizre’ye gittiğimde, Cizreliler lisanınca söylemişti aslında. Nasıl mı? Yaşadıklarını dışarıdan gelen herkese anlatma gücü göstererek, akıl almaz vahşeti göstermeye çalışarak… Yoksa kolay mı sanıyorsunuz; “Şurası kuzenimin, kardeşimin, arkadaşımın katledildiği yer… Şurası kadın arkadaşın çıplak teşhir edildiği yol… Şurada kan gölü ve kadın pantolonu… Şurada parçalanmış kol… Şurada yanmış kemikler bulduk… Şurası evimizdi…vs” demeyi?
Bunu niye yaptıklarını, neden anlattıklarını hiç düşündünüz mü? Kentte gördüğünüz yıkıntıların, bir daha onarılamaz binaların, ölüm ve vahşet anılarıyla çökmüş duvarların aslında Cizrelilerin içindeki yarılmanın mekansal dili olduğunu hatırlayarak bir de düşünün derim… Çünkü Cizreliler anlatarak bu büyük tahribatın altından kalkmaya çalışıyor.
Aslında Cizreliler yaşadıklarını anlatarak en az iki şey yapıyor:
Bir, yaşadıklarını anlatarak hepimize mal ederek, yaşananı insanlığın, toplumun ortak hafızasının parçası kılarak kendi varoluşlarını yeniden sağlamaya çalışıyorlar. Yok ediciliğe karşı varoluşsal bir tutum belirlemeye çalışıyorlar. İkincisi unutmaya değil anlatarak, paylaşarak birlikte iyileşmeye davet ediyorlar. Yaşananı engelleyecek gücü göstermemiş olan biz tüm suskunların hanesindeki hastalığı görüyorlar ve ortak kılındığımız suçu kaldırma fırsatı sunuyorlar. Bu fırsatı kullanıp kullanmamak ise tamamen elimizde...
***
İşe ne yapabiliriz, Cizre ne istiyor gibi soruları yanıtlayarak acilen başlamak gerekiyor. Acilen diyorum, zira “yıkıntıların” ve “yarılmaların” Cizre’de ve Cizreliler de uzun zaman kalması yarayı baki kılar!
Peki ne yapmak gerekir? Kuşkusuz çok şey ve hiç biri kolay olmayacak!
Biz Cizre’de iken Cizrelilerin fiziksel, mekansal, ruhsal tüm iyileşmeler için devleti değil; özellikle Kürtleri, kendisini anlayan Türkleri, Arapları, Alevileri, Çerkezleri… vs. bilcümle bu ülkenin insani renklerini beklediğini fark ettik. Bu yüzden DBP Eş Başkanı Kamuran Yüksek’in “Cizre’yi, ona bunu yapana muhtaç bırakmayacağız” sözü onları çok etkilemiş…
Peki işe nereden başlamak gerekir? Bu durumda belki de işe en görünür olanın tamirinden başlamak anlamlı olacaktır… Yani acılarına ortak olma çabası yanında; su depolarının tamiri, gıda temini gibi şeyler ve asıl olarak insanların yeniden başlayabilmeleri için başlarını koyacakları evlerin, mekanların istedikleri biçimde inşasına katılmaktan bahsediyorum.
Kentin yeniden yapılanmasında Cizre’de gözle görülür bir TOKİ kaygısı gözlemledik. Görüşülen yurttaşlardan bir kaçı, Silopi’deki kentsel dönüşüm durumunun Cizre’yi kapsamasını istemediklerini, başka bir yerlerde yapılmış kutu kutu binalarda değil, kendi evlerinin olduğu yerlerde yaşamak istediklerini belirtti. Yine “ Devlet yaptığı yıkımın bedelini ödesin, yaptığının hesabını versin, evlerimizi biz yaparız” cümlesine sıklıkla rastladık. Öte yandan evlerini ve kenti yeniden inşa ederken güvendikleri ilk kurum olarak TMMOB’a işaret etmeleri şaşırtıcı geldi. Öte yandan TMMOB onların nezdinde kentsel dönüşüm ya da başka birçok hukuksuz yapılanma süreçlerine müdahil olma gücü göstermiş bir kurumdu ve Cizre yapılanırken süreçte etkin olmalıydı!
Daha başka birkaç görüşmede ise, (özellikle Sur ve Cudi mahallelerinde) 1990’larda boşaltmaya zorlandıkları köylerine dönme eğilimi öne çıkıyordu. Yıkıntıların ortasında yaşayamayacaklarını ve olur da devlet onları kendi yaşam alanlarından koparıp, TOKİ binalarına yerleştirmeye çalışırsa, köye göç edeceklerini ifade ediyorlardı. Hatta köye dönme ve yerleşme konusunda kendilerine katkı sunulması halinde bu fikri hızla değerlendirebileceklerine dair ifadelere rastladık…
Bunlar gibi nerede nasıl yaşamak istediklerine dair Cizrelilerden somut yaklaşımlar duymak hiç zor değil… Yeter ki “kötülüğün sıradanlığına” yenilmiş bir ortamdan çıkıp, yeni Cizrelere izin vermeden onların birlikte iyileşme ve yeniden var olma çağrılarına yanıt verebilelim… (YG/EA)
* Fotoğraf: Vecdi Erbay