* Fotoğraf: Ezgi Durmaz
ABD’de polisin 46 yaşındaki Afro-Amerikalı George Floyd’u boğarak öldürdüğü videonun yayınlanmasının ardından dünya büyük çapta protestolarla ırkçılığın gündelik yaşantımız üzerindeki etkilerini yeniden tartışmaya başladı. Aynı günlerde, ABD'den 12 bin kilometre uzakta ırkçılığı bir başka biçimde yansıtan bir video daha yayınlandı: Lüks otomobili ile Lübnanlı bir kadının, evinde çalışan Etiyopyalı temizlik işçisini parasız, pasaportsuz elinde sadece valizi ve yüzünde tek kullanımlık maskesi ile Etiyopya Büyükelçiliği'nin kapısına bırakıp kaçışını gösteren bir video.
Bu iki videoyu izlerken hissettiğim benzer duygular belki de bu sefer işlerin farklı olacağı ve ırkçılığa karşı büyüyen mevcut küresel hareketin bölgedeki göçmen işçilerin durumuna da ışık tutacağını düşündürdü.
Feyruz ve Amin Maalouf
Lübnan, 1975-1990 iç savaşının uzun süreli etkilerinden, 2006 savaşının ve Suriye krizinin Mart 2011'den bu yana olumsuz etkilerinden mustarip Levant Ortadoğu'da yer alan küçük bir ülke. Mezhepsel sistemi ve derin siyasi bölünmelerle, zorlu hükümet kurma ve kurduktan sonra dahi zorlu karar alma süreçlerinden geçen Lübnan’da halk, siyasi istikrarsızlık, zayıf kamu kurumları ve yolsuzluk ile mücadele ediyor.
Antakyalı olmam nedeniyle kendimi yakın hissettiğim coğrafyanın üniversitede tarihini ve siyasetini okuduktan sonra, Kuzey ve Bekaa bölgelerine yönelik bir kalkınma projesinde çalışmak üzere 2016 yılında Lübnan’a taşındım. Babaannem ve dedem, tatilde Antakya'dan Beyrut'a arabayla seyahat edebilecek kadar şanslıydı, bense Beyrut’un yasemin kokulu sokaklarının hikayeleriyle Feyruz’u dinleyerek ve Amin Maalouf’un kitaplarıyla büyüdüğümden, bir gün bavulumda romantik çocukluk hikayeleriyle Beyrut’a taşınacağımı biliyordum.
Market kasasındaki göçmenler
Çocukluğumda hayal ettiğim Lübnan’la yetişkinliğimde tanıştığım Lübnan’ın arasındaki derin çelişkiyi ilk fark etmem, Beyrut'ta bir süpermarket alışverişi sırasında oldu. Aklımda sadece bir soru vardı: “Neden bu insanlar alışveriş sepetindeki eşyalarımı paketlemek için üstlerinde üniforma ellerinde poşet beni bekliyorlar?” Sonrasında öğrendim ki, göçmen işçiler kasanın başında paketleyebildikleri kadar bahşiş alıyorlar, çok cüzi bir maaşa çalıştırıldıklarından haliyle market kasasında aralarında ciddi rekabet oluşuyor. Bu paketleme sırasında, onlara yardımcı mı olmalı mıyım yoksa bahşiş alabilsinler diye durup işlerini yapmalarına izin mi vermeliyim diye hep ikilemde kaldım. Sonrasında da kendi peynirimi kendim poşetleyemezmişim gibi kasa başındaki bekleyişlerimden hep çok utandım.
250 binden fazla göçmen ev işçisi
Tüm Ortadoğu’da olduğu gibi, ev işçisi çalıştırmak Lübnan’da da çok yaygın. O nedenle Lübnanlıların evlerinde yaşadığım günlük deneyimlerim bana göçmen işçilerin, özellikle de göçmen ev işçilerinin hikayelerini takip etme imkanı verdi. Mesela misafirliğe gittiğim evde, çalışanı nasıl selamlamam gerektiğinden asla emin olamıyordum. Eğer o da bu evde yaşıyor ve ev halkının bir parçasıysa, onu da diğerleri gibi öpüp kucaklamalı mıyım, yoksa o aslında evin yabancısı, bu yüzden sadece uzaktan el sallayıp rahatsız bir gülümseme ile merhaba mı demeliyim? Ama en azından nereli olduğunu kesin öğrenmeliydim.
Kafala sistemi
Toplamda 5.5 milyon küçük nüfusuyla Lübnan, Afrika ve Asya ülkelerinden gelen 250 binden fazla göçmen ev işçisine ev sahipliği yapıyor. Bu işçilerin çoğunluğunu kadınlar oluşturuyor ve evlerde yatılı olarak çalışıyorlar. Göçmen ev işçilerinin yasal hakları ve statüleri Lübnan İş Kanunu'nuyla değil, onun yerine bir dizi kuraldan oluşan “kafala sistemi” ile düzenleniyor. Kafala sistemi, tüm vasıfsız işçilerin kendilerini istihdam eden, vizelerinden ve yasal statülerinden sorumlu ülke içi bir sponsora sahip olmasını gerektirecek şekilde geliştirilmiş. İşçilerin yasal ikametini işveren ile sözleşmeye dayalı ilişkiye bağlayan sponsorluk sistemi, ‘insana yakışır iş koşullarını’ ilk adımdan itibaren imkansız kılan ve işçiler için emek sömürüsü, zorla çalıştırma ve insan ticaretinden mağdur olma riskini artıran, özü itibarıyla istismarcı olan bir kurallar bütününü oluşturuyor.
Kafala sistemine göre göçmen ev işçisi, yeni bir işveren bulmadan halihazırdaki işverenin kendisine dayattığı çalışma koşullarını kabul etmeyip o işverenin evinden izinsiz ayrılmaya karar verirse, yasal oturma iznini kaybeder. Elbette sonucunda da gözaltına alınır ve sınır dışı edilir. Ki kötü muamele veya cinsel taciz bile bunun istisnası sayılmıyor. Bunun dışında, kendi hakları için örgütlenme ve hatta çocuk sahibi olmaları durumlarında da her zaman sınır dışı edilme riskiyle karşı karşıyalar.
Mutfak ya da kilerde yaşamak
İşçinin işe alım ajansları tarafından sponsor işverene sunulmasıyla ilk adım atılır. Ki bu şirketlerin kolaylık olsun diye içinden istediğiniz işçiyi seçebileceğiniz fotoğraflı çalışan albümleri bile var. Göçmen işçinin kaydı sponsor adına yapıldıktan sonra, işçi mutfakta veya en iyi ihtimalle mutfağın yanında bulunan kiler gibi küçük bir odada yaşamak üzere eve taşınır. Genel olarak, uzun çalışma saatleri ve dinlenme günlerinin yokluğu, hareket ve iletişim özgürlüğünün kısıtlanması, gıda mahrumiyeti ve uygun yaşam ortamının sağlanmaması, sözlü ve psikolojik taciz ve fiziksel şiddet günlük hayatlarının bir parçası haline gelir. Her hafta ortalama iki işçinin öldüğü ve bildirilen ölümlerin kabaca yarısının elçilikler tarafından intihar olarak sınıflandırılması belki bunun bir göstergesi sayılabilir.
Etiyopyalı göçmenler de diğer işçiler gibi 90'lı yıllarda ülkelerinde yaşanan kuraklık, açlık ve silahlı çatışmalar nedeni ve iş arayışıyla Lübnan'a taşınmaya başladı. Günümüzde, yaklaşık 150 bin Etiyopyalı kadın, aylık 150 dolar gibi az bir ücretle evlerde çalışmaya devam ediyor. Lübnan’da son dönemde yaşanan ekonomik kriz nedeniyle, uzun süredir evlerinde bir ev işçisinin sürekli hizmetine alışkın olan Lübnanlı birçok orta ve çalışan sınıf için bu durum bugünlerde finansal açıdan karşılanamaz hale geldi.
Elçilik kapısına terk ediliyorlar
Buna çare olarak da, tek yolu buymuş gibi Etiyopyalı çalışanlarını Etiyopya Büyükelçiliği'nin kapısına terk edivermeye başladılar. Oraya bırakılan kadınların deyimiyle, “parasız pulsuz, çöp poşeti gibi” büyükelçiliğin kapısına atma eylemi, size de Hannah Arendt’i ve kötülüğün sıradanlığını anımsatmıyor mu?
Bir insan kötü olmadan kötülük yapabilir mi? Birinin komşusu, amcası, halası veya annesi olan bu Lübnanlılar, Hannah Arendt'in Adolph Eichman'ın savaş suçları davasından bildirdiği gibi “ne sapık ne de sadist”, ama “korkunç derecede normaller” mi?
Bir kişinin kötülük yapması için, kötü kalpli ya da şeytani isteklere sahip biri olması gerekmediğini düşünen Arendt, Adolf Eichmann'ın sadist bir canavardan ziyade normal, hatta korkutucu derecede normal bir insan olduğunu belirtir, özellikle düşünme ve muhakeme yetisinin kaybolmasıyla birlikte kötülüğün nasıl sıradanlaştığını vurgular. Hannah Arendt'e göre, kötülük toplum ve onun içinde yaşayan sıradan insanlar tarafından meşru kılınıp normalleştirilebilir.
Kafala varken devrim olur mu?
Azınlıkta olsalar da Lübnan'daki göçmen ev işçilerinin hakları için savaşan küçük gruplar var. Özellikle değişimden konuşulan bir zamanda sesleri daha yüksek çıkıyor. Lübnan, Ekim 2019'dan bu yana Başbakanın 29 Ekim'de istifa etmesiyle sonuçlanan ülke çapında büyük protestolara tanıklık ediyor. COVID-19 pandemisine rağmen protestolar hala devam ediyor, tüm dünyanın önceliklerini ve herkesin bireysel olarak salgın bittiğinde ne olacağını sorguladığı bu süreçte Lübnanlılar devrim çağrısı yapıyor!
Lübnan'daki ayaklanma ve protestolar, tüm Lübnan vatandaşlarının sadece göçmen ev işçilerine değil, aynı zamanda tüm “diğerlerine” nasıl yaklaştıkları konusunda ailelerine, komşularına ve arkadaşlarına meydan okumaları için bir fırsat. Yolsuzluğa batmış hükümetlerine karşı isyan ederken ve eşitlik için savaşırken, Lübnanlıların çoğu bu eşitlik mücadelesine göçmen işçileri dahil etmiyor: “Bütün hayvanlar eşittir, ancak bazı hayvanlar daha eşittir.” Kimi Lübnanlılar bu durumun farkında, ancak kendi mücadelelerinin önce geldiğini düşünüyor, bilinçli olarak diğer tüm mücadeleleri erteliyorlar.
Lübnan halkının kendi devrimlerini (ve kendi kaderlerini) belirleme hakkına içtenlikle saygı duymakla beraber, sadece şu soruyu soruyorum: Bu derin ve köklü ırkçılığın yansıması olan kafala sistemi kaldırılmadan bir devrim tamam olur mu? Ya da şöyle sorayım: Etiyopyalı kadınların bu yaşadıklarını düşünmeden Lübnan’ın yasemin kokulu sokaklarında hiçbir şey olmamış gibi yürümek mümkün mü? (VY/AS)