İsveç'li yönetmen Tomas Alfredson'un Lat Den Ratte Komma In adlı vampir filmini seyrettikten sonra İstanbul sahneleri bol "Tinker Tailor Soldier Spy"ını çokça heyecan, biraz da endişeyle beklemeye koyuldum.
Her ne kadar kanlı eserlere meraklı olmasam da Morissey'in bir şarkısından esinlenilerek İngilizce'ye Let The Right One In olarak çevrilen ve dünya çapında ödüllere boğulmuş olan duygusal vampir filmi atmosfer, ritm, gerginlik, ışık, kamera ve fotoğraf yönetimi gibi unsurlarla beni çarpmıştı.
Köstebek
Aynı yönetmenin 1980 sonrası, geçmişiyle bağlarını adeta kesmiş olan İstanbul'un görüntülerini, üstelik ajan romanları ustası John le Carré'nin 1970'lerin başlarında geçen bir romanından uyarlanan bir filmde kullanıyor olması her şeye rağmen ümit vericiydi.
Elit bir seyirci kitlesine sesleniyor olmasına rağmen üç Oscar adaylığı kazanan ve Türkiye'de Köstebek adıyla gösterilmesi beklenen filmin oyuncu kadrosu da uyarlamaya ayrıca güç katmış: başrolde, olgunluğunun zirvesindeki Gary Oldman, yılların tecrübeli oyuncusu John Hurt, Zoraki Kral gibi tartışılır bir filmle Oscar alan Colin Firth, yeni nesil yakışıklı jönlerinden Tom Hardy, karakter rollerinin vazgeçilmez aktörleri Ciaran Hinds, Toby Jones ve Mark Strong.
Tabii bundan anlaşılabileceği gibi filmde erkekler çoğunlukta, insanın gözü Rus güzeli Svetlana Khodchenkova'nın yanında hem seksi hem de akıllı olup, erkekleri dize getiren kadın imajını yıllardan beri koruyan Charlotte Rampling gibi bir figür aramıyor değil.
Mamafih yönetmenin bu eseriyle amaçladığı geniş gişe başarısından çok, özellikle soğuk savaş döneminde ajanların yalnızlık ve mutsuzluklarını bize hissettirmek. Bu konuda kendisine en büyük destek, Pedro Almodovar'ın filmlerine müziğiyle damgasını vurmuş olan Alberto Iglesias.
İspanyol tınılarının İngiliz casuslarıyla ne alakası var diyebilirsiniz, oysa son filmiyle en iyi müzik dalında tekrar Oscar'a aday olan Iglesias yine Le Carré'den uyarlama 2005 yapımı The Constant Gardener'la memleketi dışında geçen filmlere müziğiyle katkıda bulunabileceğini kanıtlamıştı. Hem dünyayı sarsabilecek olayları bilen, hatta onları yönlendirebilme gücüne sahip olup bunu pek az kişiyle paylaşabilmenin verdiği ağırlıkla yaşayan, yalnız düşmanları tarafından değil, kendi istihbarat birimlerindeki meslektaşları tarafından da gammazlanma, hatta yok edilme sıkıntısıyla her an haşır neşir olan kahramanlarımıza hafiften de olsa Endülüs melankolisi yakışmaz mı?
1970'lerin İstanbul'u
İstihbaratın en üst seviyelerinde bir köstebeğin Rusya'yla iletişim halinde olduğu anlaşılınca, İngiliz birimleri ABD'li meslektaşlarının fersah fersah gerisinde kalmış olmanın da kompleksiyle, harekete geçmek durumundadır, yolları İstanbul'a da düşmüştür.
Filmin diyaloglarına, atmosferine ve gerilimine fazlasıyla özenmişe benzeyen yönetmen Alfredson İstanbul'un yalnız Doğu Roma ve Osmanlı İmparatorluğunun başkentliği döneminden değil, yakın geçmişinden de ne kadar kopuk olduğundan bihaber göründü gözüme, belki de çaresizlikten kamerasının açısını ancak bu kadar daraltabilmişti ama bunun sonucunda dönemsel hatalar peş peşe dizildi.
Tabii İstanbul'u yeni tanıyanlar için ayrıntılar önemsiz olabilir ama şehir ve deniziyle nefes alıp büyümüş olanlar bazı detayları mutlaka farkedecektir. Asya yakasına denizden bir bakış atmakta olan kamera Harem'in önünde İDO'nun bembeyaz araba vapurlarına, Siyami Ersek Hastanesinin hayli rahatsız edici cüssesine, Selimiye Kışlası ve eski Haydarpaşa Lisesine hâkim devasa direkte dalgalanan bayrağa kısa bir süreliğine de olsa sabitlenecektir.
Haydarpaşa limanındaki kırmızı vinçler günümüzün modern teknolojisine ne zaman kavuştu?
Beyoğlunda dolanan kahramanlarımızdan biri o dönemde araç trafiğine açık İstiklal caddesine çıksaydı hem tarihî turistik tramvayla karşılaşmayacak, hem de olağanüstü bir belediyecilik örneği olan gri parke taşlarına takılmadan yürümeyi başaracaktı.
Özellikle kadınlarla dolu bodrum katındaki barı alıştığımız oryantalist bakış açısının bir teyidi olarak algıladım; beni en çok Ülev, Suvat, Fenerbahçe, Dolmabahçe ve Paşabahçe vapurları bir yana, Bostancı, Sedefadası hatta İhsan Kalmaz gibi gemiler Marmara Denizi ve Boğaz'dan tek tek kaybolurken üretilen Şehit sıfatlı vapurlarımızdan birinin görüntüsü şaşırttı. Tabii Karaköy'ün Tophane'ye yakın bir köşesinden Haliç'e giriş ve arkasındaki tarihî yarımada görüntüsü Orhan Pamuk'un ifade ettiği gibi İstanbul'un adıyla özdeşleşen suretidir ama ilki 1977'de denize indirilen Şehit Sami Akbulut gibi çeşitli şehitlerimizin adını taşıyan vapurları o zamanların Şehir Hatları işletmesinin hizmete sokmasıyla İstanbul denizlerinde bir dönemin adeta sonu gelmiştir.
Kamera eski bir gümrük binasının üstünden Altın Boynuz'a doğru girmekte olan o vapurlardan birinin hareketini takip ederek yeryüzüne doğru eğilir ve kararmakta olan caddede sarı ışığıyla ümit vadeden bir binaya doğru kıvrılır. Belediye'nin son dönemlerde halk oylaması sonucunda hizmete soktuğunu iddia ettiği, gemi tasarımcılığında bir ayıp olarak kabul edilebilecek vapurlardan biri göründüyse de, gözüm onları algılamamayı seçmiş olabilir.
Sir Alec Guinness'in başrol oynadığı, 1979 yapımı, aynı romandan uyarlama televizyon dizisinde yönetmen John Irvin döneme sadık kalmakta o kadar güçlük çekmemiştir sanırım.
Detaylar
Tomas Alfredson Londra'yı 1970'lerde ilk gördüğü gibi, yani İkinci Dünya Savaşı'nın izlerini üzerinden atamamış kara ve karanlık bir şehir olarak hatırladığından aynısını yansıtmaya çalışırken artık ışıl ışıl olan Britanya Krallığının başkentinde de epey zorlanmış; her ne kadar çeşitli kaynaklar yalnız İstanbul'da değil Paris'te de bazı dönem hatalarının yapıldığını söylese de, Tinker Tailor Soldier Spy hem o yılların atmosferini yakalamada hem de casusların dünyasına eğilirken psikolojik durumlarını aktarmada gayet başarılı.
Her ne kadar senaryonun yazılması sırasında John le Carré'nin şahsi katkısı romana sadakat açısından bir garanti oluştursa da Benedict Cumberbatch'in canlandırdığı Peter Guilliam'ın bir kadınla ilişkisi yüzünden başının belada olması, filmde eşcinselliğe bağlanıyor.
Özellikle o yıllarda hemcinsleriyle ilişki halinde olması aleyhinde kullanılabileceğinden, Guilliam bu eğilimini gizlemeyi tercih eder, ama yine de bazı zor görevleri istemeye istemeye yerine getirmek zorunda kalacaktır. Bu arada yazarın kendisi Noel partisinde sarhoş bir misafir olarak kısaca kameralara takılıyor.
Kapanışta ise Charles Trenet'nin La Mer yani Deniz adlı şansonunu genç ve parlak sesli bir erkekten duyacaksınız. Aynı soyadını taşıdıkları için Alberto Julio'ya kıyak mı geçmiş bilemeyeceğim ama İspanyolluğunu ele veren bir telaffuz ve gereksiz bir vibratoyla söylenen, döneme uyarlanmış ritmik bir orkestrasyonla çalınan parça mutlu sonu duyurmaktadır adeta. Yıllarca beraber çalıştığı meslektaşlarının gerçek yüzünü görme pahasına, zor olsa da düğümü çözmüş olmanın iyimserliğini üzerinde taşıyan ajan George Smiley'ye de pek yakışır. Köstebek kısa bir süre önce genç yaşında kanserden ölen senaryo yazarlarından Bridget O'Connor'a ithaf edilmiş. (MT/HK)