TIKLAYIN- Korona Salgını Günlerinde Söylemler ve İnsanlar (1)
Buraya kadar yaptığımız okuma, “kapsayıcı söylem” olarak resmi söylemin ve onun sözü delege ettiği bilimsel söylemlerin, salgının seyrinden ziyade alınan ve alınması gereken önlemleriyle çerçevelenmiş bir bilgi iletimi tarzında ilerlediğini gösterdi. Yazının devamında resmi söylemin dışında kalan diğer söylemlerin içerik ve biçimleri ele alınmaktadır.
Çeşitlenen Söylemler ya da Çoğul Seslerin Kakofonisi
Korona salgınının başlangıcından bu yana resmi mercilerin korona bulaşının yayılması, önlenmesi ve halka sunulan hizmetlerle aldığı kararlar ve ayrıntıya inmeden sunulan sayısal bilgiler etrafında, resmi ve tıp yetkililerinin daha çok ana akım haber kanallarında konuk edilmesiyle hareketlenen programlar, tıpkı deprem örneğindeki gibi, yeni figürlerle tanıştırdı bizi. Bir süredir dar alanda paslaşmaları andıran oturumlar yeni konukların, uzman bilim insanlarının stüdyolara girmesiyle değişti.
Fazlasıyla teknik (molekül yapılarından enzimlere, virüsün protein içeriğinden hücresel etkileşimlerine kadar) ve bilimsel (Çin’de yayımlanan bilimsel raporlar, DSÖ raporları, vb.) ekran başındaki yığınların bilgi ufkunu oldukça zorlayan bir söylemler silsilesini gündeme taşıdı. Tıp ya da sağlık konularında prim yapan medyatik bilimcileri de bir “habitus” gereği stüdyolarına davet eden yapımcılar, bu teknik / bilimsel söylemlerin alıcılarını daha da zorlu bir sınava sokarak beslenme/şifa/gelenek üçgeninde şekillenen söylemleri ekrana taşıdı. Öyle ya bundan iyi bilgilendirme fırsatı bulamayacaktı izleyiciler. Ruhsal ya da bireysel hemen her sorunda, insanın beden/zihin birliğini temel alan yaklaşımların da duyulması gerekiyordu.
Artık herkes “bilen özne” olarak söz alıyor, tartışma götürmez kesinlikteki bilgilerini sonu gelmez açıklamalarla dile getiriyordu. Hiç kimse konusunu sınırlamıyor, herkes her şeyi biliyordu. Toplumun sesi olarak “logos” uzun süredir özlemini duyduğu bir çoğulluk içinde yüksek bir debiyle medya kanallarında çağlamaya başladı.
Bu furya içinde bir enfeksiyon profesörünün birlikte programa davet edildiği diğer konukların sağlıklı yaşam uzmanları olması karşısında duyduğu tepki ne kadar anlaşılır idiyse, ünlü bir kalp doktorunun Korona Bilim Kurulu üyesi bir hocayla neredeyse kendi bilgisini yarıştırması, ona okuma önerisinde bulunması ya da kendisine az söz gelmesi gerekçesiyle program sunucusunu azarlamasının tuhaflığı salgın günlerinin tartışma programlarında sözün dizginlerinden kurtulmasının unutulmaz kareleri olacak kalacak.
Bu çılgınlığa varan “söz” tutkusu ister istemez söylemlerin inanılırlık / güvenilirlik konusuyla ilişkili. Her özne “bilimsel yetki”yle donanmış ve bu yetkiyle konuşuyor. Söylemin güvenilirliğini bu yetki sağlıyor. Bu işin bir yönü, diğer yönüyse bu bilgilerle izleyicinin/halkın/vatandaşların ne yaptığı ya da yapacağı. Geçen hafta yaşanan sokağa, kıra, ormana çıkma rekoru bilimsel söylemlerin mesajının algılanmasındaki sıkıntıyı göstermiş olacak ki, bu hafta Sağlık Bakanı’nın basın toplantısı düzenlemesi ve Cumhurbaşkanı’nın halka seslenmesi gibi halkın evde kalmasını sağlayacak yeni faktörler devreye girdi.
Buna karşılık, bağışıklık konusunda yeme/içme/vitamin desteklerinin, dezenfeksiyon konusunda bazı popüler maddelerin yükselen grafiği daha çok pratik/kullanıma yönelik bilgilendirmelerin toplumsal iletişimde karşılık bulduğunu gösteriyor. En güvenilir kaynak olan bilimsel tıbbi bilgilerin kimlere nasıl iyi geldiğini belki araştırma şirketleri biliyordur; dilsel örneklerde halk arasındaki iletişimde sağlığın korunması faktörünün, yani davranışla, hayat biçimiyle beliren bir anlamın öne çıktığı açık.
Bilimsel, yarı bilimsel ve bilimsellik dışında kalan söylemlerin sosyal medyada bulduğu karşılık ise başlı başına bir araştırma konusu. Bununla birlikte, en genel çizgileriyle toplumsal kutuplaşmanın vardığı noktayı açıkça göstermesinden sosyal medya insanlık trajedisi diye bir kategorinin romantik bir kavram olduğuna işaret ediyor.
Bir yanda sıklıkla edebiyattan ve tarihten aktarılan örneklerin beğeni aldığı, felaketlerin bizi yakınlaştırması, dayanışma duygusunu pekiştirmesi gibi insan merkezli mesajların paylaşıldığı söylemler, diğer yanda salgının iyi/kötü/başarılı/başarısız yönetiliyor olmasını dile getiren mesajların uğradığı tepkiler bugün artık hiçbir şeyin siyasi yananlama başvurmadan yorumlanamayacağını gösteriyor. Burada çoğulluk seslerin farklı farklı yükselmesinden çok, birbiriyle kakışması şeklinde beliriyor.
Bir yanda mevcut yönetimin ülkeye kazandırdığı yeni yapılanmalarla, ne kadar güçlü ve sağlam biçimde bu krizi göğüsleyeceğimiz mesajları, diğer yanda daha şeffaf bilgilendirme isteyen, eksikliği eleştiren mesajlar; bunların, kendi sosyal/sınıfsal alanlarında meşru ve geçerli olması gerekirken, iki dünya görüşünün yorulmadan birbiriyle didişmesine yol açtıkları oranda, içerikleri boşalıyor. Bu mesajlar anlam iletmiyor, duygusal tepkilere indirenmiş şablonları tekrarlıyor.
Gazetecilerin, siyasetçilerin, sanatçıların yıllardır ekranlarda karşı tarafı dinlemeden bir araya geldikleri stüdyolarda şimdi sunucular bilim insanlarının sözlerini ağırlıyor, ama kimin kimi nasıl dinlediğinin ve anladığının yine fazla bir önemi yok. Sosyal medya ise barışçıl mesajların bile sert karışıklar aldığı, kimsenin kimseyi dinlemediği ve üretilen her sözün tepkiye dönüştüğü kör ve sağır bir ortama dönüşmüş durumda.
Toplumsal ve bireysel anlamda yaşam kaygısının tavan yaptığı böyle bir dönemde söylemlerin çoğulluğun bize iyi gelmesi ve bu çok sesliliğin toplumsal zenginliğimizi yansıtarak, içinden geçmekte olduğumuz karanlık günlere ışık tutması gerekir, diye düşünmemek olası değil.
İnsan Gidince Söylem Kalır mı?
Nefret ve tahammülsüzlüğün, tapınma ve hayranlığın sarmalında toplumsal mesajlar artık fazla bir şey iletmiyor. Tek tük okuma ya da müzik paylaşımının romantik bir iyi niyetten öteye gitmeyeceğinin garantörlüğü sevgisiz ve anlayışsız bir dile verildi.
Bu zor günlerde, salgının neredeyse tüm toplumları, idare biçimlerini dize getirmeye niyetli olduğu şu günlerde resmi, bilimsel, sivil tüm söylemler insan varlığımızı tehdit eden bir hastalık çevresinde inşa ediliyor. Askeri kamyonlarla toplu mezarlara taşınan ölüler bizim yakınlarımız olabilir. Hastalıkla boğuşarak can veren yaşlılar bizim aileden olabilir. Onlara tedavi sağlarken hastalık kapan genç sağlıkçılar, ilaç peşinde koşan aileler, karantinada insan yüzü görmeden günlerini sayan öğrenciler… ekranlardan evlerimize ulaşan görüntülerde izlediğimiz ülkelerde ne yaşanıyorsa bizim dışımızda ve bize yabancı değil; salgın sanki bunu gözümüze sokmak istercesine yaşamları biçerek yolunu sürdürüyor.
İnsanı toplumsal kimliğine veren “dil”, onu birey yapan “söz” ya da dili üstlenerek kurduğumuz “söylem” ; işte tüm bunların var olması “sorumluluk” almaktan geçer. İnsan sözle var olur; söz de ancak dil dizgesi içinde vardır. Böylece “dil” ait olduğu topluma karşı her söz alan öznenin sorumlu ve yükümlü birer özne olmasını talep eder. Tersi durumda, her söylediğimizin nereye ve nasıl ulaşacağını düşünmeden, sadece kendi varlığımızı kesinlemek amacıyla söz aldığımızda, kısaca dili kullanıp sözün sorumluluğunu üstlenmediğimizde ancak “yükümsüz özne” oluruz. Eskilerin “kıymet-i harbiyesi yok”, zamane gençlerinin de “etkisiz eleman” dedikleri cinsten.
İçinde olduğumuz bu günler bireysel “söz”ün ve toplumsal “söylem”in bir sorumluluk gerektirdiğini daha da çok hatırlatıyor. Resmi ve bilimsel söylemler kadar, sosyal medya mesajlarının da bu yaşananların bütünüyle insani bir dram olduğunu ve salgınların kimsenin gözyaşına bakmak gibi bir kaygı taşımadığını unutmaması gerekiyor. (NÖK/DB)