Geçen hafta yeni çıkan ilk romanım “Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar” ile 41. TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’ndaydım. Kitapla ilgilenen hemen herkesin ilk sorduğu soru “Roman ne anlatıyor?” Aslında arka kapak ipuçları veriyor ama esaslı birkaç kelime duymak istiyor insanlar.
Roman artık benden çıkıp, okura emanet edildiği için dışarıdan bir gözle bakmaya çalıştım; sahi bu kitap ne anlatıyor? İçinde kadın cinayetleri var, patriyarkal düzenin insanları nasıl zorladığı var, zamanda yolculuk, farklı yüzyıllarda yaşanan benzer dayatmalar var. Özünde ise hikayenin anlatıcıları, ‘tuhaf’ hayatları üzerinden herkesin kendi hikayesine kendisinin sahip çıkması gerektiğine işaret ediyor.
Kalıplara sığmaya çalışmak…
Özetle yazar olarak aslında “uyum ve uzlaşma” konusuna kafayı takmışım. Uyum için kendi hayatlarımızdan nasıl vazgeçebildiğimizi, uzlaşabilmek için ne fedakarlıklar yaptığımızı, kabul görebilmek için ne dayatmalara razı geldiğimizi anlatmak istemişim. Özellikle de başta kadınlar olmak üzere ‘ötekiler’in uyum ve uzlaşma adına toplumsal kalıplara sığmaya zorlanmasının, birey olarak kendini gerçekleştirmenin ne kadar olduğuna dikkat çekmeye çalışmışım.
Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar, bu konuyu bir alt metin olarak ele alıyor. Ancak bu konuyu çok daha net işleyen bir roman var aklımda. H.G. Wells'in’in Körler Ülkesi (The Country of the Blind) romanı, “uyum mu, uzlaşma mı?” sorusuna yanıt aramak için harika bir örnek. Bu nedenle bu haftaki kitap incelemem ve de tavsiyem; yazıldığı 1904 yılından bu yana ilgiyle okunan bu bilimkurgu roman olacak.
Dağ başında kurgu bir ülke
Bu kısa roman, Ekvador’daki And’ların vahşi çorak topraklarında… konumlanan gizemli bir kurgu ülkeyi tanıtarak başlıyor. İnsanların dünyasından elini eteğini çekmiş Körler Ülkesi burası.
Yıllar, yıllar evvel insanlar korkunç boğazları ve buz kaplı bir geçidi aştıktan sonra nihayet bu vadinin ılıman yeşilliğine ulaşabilirmiş. Ve hatta birkaç Perulu melez aile, bir İspanyol liderin zorbalıklarından ve ihtiraslarından kaçarak oraya yerleşmiş. Derken bir gece dehşet verici bir doğa olayından sonra bu ülkenin dış dünya ile bağı tamamen kesilmiş.
Sadece bu ülkenin bir vatandaşı bu afet sırasında geçidin dışarıda kalıyor, yukarıdaki dünyaya dönemeyince aşağıdaki dünyada sil baştan yeni bir hayat kuruyor.
Enfeksiyon değil, mabet eksikliği!
Hastalığa yenik düşüp, körleşen bu adamın anlattığı hikaye dilden dile bir efsaneye dönüşüyor. Adamın anlattığı cennet gibi vadide tek olumsuz şey insanların körleşme hastalığına yenik düşmesi. O zamanlar bu hastalığın nedenini mikrop ya da enfeksiyon değil, günahtan bilirlermiş ve ataları vadiye gelir gelmez bir mabet yapmadıkları için bu felakete uğradıklarına inanırlarmış. Bu adam da elindeki tek gümüş parayla halkını bu dertten kurtaracak birini arıyor.
İşte bu vadide insanlar zamanla görme yetisini tamamen kaybediyor, yeni doğan çocuklar hiç görmüyor. Ancak doğaya sağladıkları uyum sayesinde nesillerini sürdürmeyi başarıyorlar. Nesiller nesilleri izliyor, pek çok şeyi unutuyorlar, pek çok şey icat ediyorlar.
Nunez’in hikayesi başlıyor
Tam 15 nesil sonra dışarıdaki dünyada bir çocuk doğuyor; adı Nunez. Zeki biri oluyor bu çocuk. Bir gün Ekvador’a gezmeye gelmiş bir dağcı grubuna eşlik ederken And’ların en yüksek tepesinden kaza sonucu Körler Ülkesi’ne düşüyor. Hayatta kalan Nunez, burasının efsanelerdeki Körler Ülkesi olduğunu anlıyor ve kendini bir ‘gören’ olarak üstün hissediyor. Tabii işler hiç de onun istediği gibi ilerlemiyor.
İşte bu aşamadan sonra hikaye görme ve körlük metaforlarını kullanarak, toplumsal düzenin ve bireysel kimliğin sınırlarını zorlayan soruları ile giderek ilginçleşiyor.
Elbette her roman gibi Körler Ülkesi üzerine de farklı okumalar yapmak mümkün. Ancak bizim konumuz; uyum ve uzlaşma olduğu için bu romanı okurken; toplumun normlarını sorgulayabilir, bireysel farklılıkların toplum içinde nasıl konumlandığını, insanın kendi değerleri ile toplumun değerleri arasındaki ince çizgide nasıl yürümek zorunda kaldığını düşünebiliriz.
Körler Ülkesi'nde kral olmak
Kahramanımız Nunez’in düşüncesi, bir gören olduğu için üstünlüğünü kabul ettirmek. “Körler ülkesinde kral olmak” teoride mümkün gibi görünse de körlüklerine göre kendilerine has bir düzen kuran ve gelişmiş farklı duygusal algılarıyla yaşamlarını şekillendiren bu insanlara bunu kabul ettirmek mümkün olmuyor. Çünkü onlar için görmenin bir anlamı ve değeri yok, aksine görmek “hastalıklı” bir durum!
Yaşamlarını sürdürebilmek için koşullara göre bir düzen kuran topluma, Nunez gören gözleri ile katılmak istiyor. Ancak Nunez onlara gözleriyle gördüğü şeyleri anlatmaya çalıştığında anlattıkları körlere anlaşılmaz ve mantıksız geliyor.
Gerçeklerin ve algıların sınırı
Körlüğün normal, görmenin anormal sayılmasını aslında toplumsal kuralların ve algıların göreceliğine yorabiliriz; zaten ilerleyen bölümlerde Nunez hem körler toplumunun gerçekliğine hem de kendi algısının sınırlarına ilişkin önemli bir yüzleşme yaşıyor.
Biz de bu noktada hikayeyi günümüze uyarlayarak, görmek yerine düşünmek yetisini ya da farklı özelliklerimizi koyabiliriz.
Nunez ‘hastalıklı’ haliyle bu ülkeye kral olamayacağını anlayınca topluluğun kurallarına uyum sağlamaya çalışıyor. Ancak hiçbir zaman kendini bu topluma tamamen ait hissedemiyor, farklı olduğunun hep farkında. Toplumun “normal” olarak kabul ettiği dünyada görme yetisinin değil, onların kurallarının değerli olduğu öğreniyor.
Bu kısmi kabulle, onların gündelik işlerine yardım ederken, gözünün üstünde kaşı olan bir kadına aşık oluyor. Aralarındaki tek engel Nunez’in görebiliyor olması!
İşte bu noktada, uyum ve uzlaşma temaları iyice kendini gösteriyor.
Toplumsal beklentiler ve ‘normal’
Körler Ülkesinde, Nunez’in sevdiği kadınla evlenebilmesi için gözlerinden vazgeçmesi gerekiyor. Öyle ya, katı kuralları olan bir toplumda bireyin kendi özelliklerini koruyarak var olabilmesi neredeyse imkansız.
Toplumun Nunez’den beklentisi, kendi özgün yetilerini ve algılarını bir kenara bırakıp toplumun kabul ettiği ‘normal’e göre şekil alması. Bunu Carl Jung’un persona (maske) kuramıyla ilişkilendirebiliriz. Ancak yine Jung’un vurguladığı gibi, kendine yabancılaşan bireyin hem içsel hem de toplumsal anlamda sağlıklı bir yaşam sürdürmesi zor.
Haliyle Nunez’in kendine dair bilgisi ve farkındalığı, toplumun ona dayattığı ‘körlük maskesi’yle çatışıyor.
Uzlaşma ve otantiklik
Nunez, bu durumda uyum sağlamak yerine uzlaşma yollarını aramaya başlıyor. Kendine ait algı yeteneğini koruyarak, aynı zamanda toplumla barışçıl bir ilişki kurmanın yollarını bulmaya çalışıyor. Ancak bu çaba, toplumun tek bir “normal” algısına sıkı sıkıya bağlı olması nedeniyle zorlaşıyor. Toplum, uzlaşmak için Nunez’i ‘normal’ bir birey olması adına gözlerini kaybetmeye zorluyor.
Burada uzlaşmanın, bireyin özgün kimliğinden ödün vererek toplumsal beklentilerle dengede var olma anlamına geldiği düşünülebiliriz. Nunez otantik varlığını devam ettirebilmek için uzlaşmaya hazır, ancak Körler Ülkesi’nde özgünlüğe yer yok, uyum baskısı uzlaşmanın önüne geçiyor.
Farklı olanı kabul etmek
Körler Ülkesi toplumunda, farklı olanı kabul etmek bir zenginlik değil, tehdit olarak görülüyor. ‘Sürü psikolojisi’nin hakim olduğu bir toplumda farklılıklardan, çeşitlilikten, çok kültürlülükten söz etmenin mümkün olamayacağını biz zaten çok iyi biliyoruz da Nunez’in bunu anlaması biraz zaman alıyor.
Ne yazık ki toplum (hadi istisnaları yok saymayıp çoğunluk diyelim) bireylerin özgünlüklerini korumasından rahatsız oluyor ve istiyor ki (çoğu zaman zorla) herkes sürünün parçası olsun.
‘İyi niyet’ tuzağına düşmek
Toplumsal uyum (ve hatta uzlaşma) her zaman ‘iyi’ olarak dayatılır. Ama kimin iyiliği? Aileden başlayarak toplumun her kesimi her neyi dayatıyorsa aslında bizim iyiliğimiz (!) için değil mi? Körler Ülkesi halkı da Nunez’in gözlerini alarak onu ‘iyileştirme’ niyetiyle hareket ediyor.
‘İyi niyet’ tuzağına düşmeden durumu yorumlarsak, Nunez’in başına gelenler bize toplumun, bireysel farklılıkları kabul etmeye yönelik hoşgörüsüzlüğünü gösteriyor. Nunez de kendi kimliğinden vazgeçmeden uzlaşarak uyum sağlayamayacağını fark ediyor.
Kendine sadık kalmak
Toplumla uyum sağlayamayan, ancak bir noktada uzlaşmaya çalışan Nunez’in payına düşen fedakârlık yapmak. Görmekten vazgeçtiği zaman da hep ‘öteki’ olarak kalacak, ancak gözlerini feda edip sevdiği kadınla evlenebilirse kendine bir düzen kurabilecek.
Nunez’e toplumun ona dayattığı uyum ve uzlaşma şartlarına direnmesini, kendi kimliğini koruması gerektiğini söyleyerek romanın sonunda ne olduğunu okur için saklayacağım. Zaten yazar da hikayenin sonunda Nunez’in kaderini okurun hayal gücüne bırakıyor.
Bireylerin toplumsal rollere uyum sağlarken kendilerini feda etmelerinin ‘mutsuzluk’ hastalığının hızla yayılmasına neden olduğunu kendi hayatlarımızdan biliyoruz. Kendine sadık kalmak, kendi hikayene sahip çıkmak… Bu kadar zor olmamalı…
Boyun eğme ve fedakarlık
Yine de Nunez’in son kararının, Hannah Arendt’in ‘farklılıklarla birlikte var olma fikri’nin ne kadar zor olduğunu gösterdiğini söyleyebilirim. Öyle ya toplum, Nunez’in farklılığını kabul etmediği için ona tek bir seçenek sunuyor; kabul görmek için onların kurallarına tam anlamıyla uymak.
Bilimkurgu edebiyatının önemli isimlerinden Wells, bu öyküsüne gizlediği evrensel temalarla toplum ve birey ilişkisini irdelerken, uyum dediğimiz şeyin ‘boyun eğme’ uzlaşma dediğimiz şeyin de ‘fedakârlık’ anlamına gelip gelmediğini uzun uzun sorgulamamıza neden oluyor.
Wells’in, Nunez’in trajedisi üzerinden ortaya koyduğu şey, bir bireyin kendi kimliğiyle çatışması aslında. Kendimizi körler arasında gören biri olarak tanımlamaya çalışırken, bir noktada ‘gören’ kimliğimizi kaybetmeye hazır olup olmadığımızı sorguluyor.
Normlar ve kusurlar!
Bu romanda ‘görme’ kavramı, yalnızca fiziksel bir duyudan fazlasını ifade ediyor. Mesela, bilgi, farkındalık gibi… Körlük ise toplumun belirlediği normlara körü körüne bağlı kalmayı temsil ediyor.
Bu durumda kendimize şunları sorabiliriz: Biz toplum olarak neyi norm kabul ediyoruz ve dışladıklarımız gerçekten bir kusur mu? Toplumda kabul görmek adına kimliğimizden ne kadar ödün verebiliriz? Uzlaşabilmek için hangi fedakarlıkları göze alabiliriz?
Birçok eser gibi sadece okunduğunda değil, üzerine tekrar tekrar düşünüldüğünde değer kazanan metinlerden biri olan "Körler Ülkesi"ni, Kolektif Kitap’tan Evrim Öncül ya da Doğa Özışık çevirisiyle İthaki Yayınları’ndan çıkan "Körler Ülkesi ve Diğer Karanlık Öyküler" adlı kitapta okuyabilirsiniz.
Sadece bilimkurgu değil
H.G Wells olarak tanınan Herbert George Wells’in Dünyalar Savaşı (The War of the Worlds), Zaman Makinesi (The Time Machine), Görünmez Adam (The Invisible Man) ve Dr. Moreau’nun Adası (The Island of Doctor Moreau) eserlerini sadece birer bilimkurgu olarak değil, insanlık hallerimizle yüzleşeceğimiz edebi metinler olarak kitaplığınızda bulundurabilirsiniz.
Bu yazıyı Körler Ülkesi’nden iki alıntıyla bitirmek istiyorum. Biri algılarımıza atıf yapıyor, diğeri varoluşsal çaresizliğimize.
“Adam zamanın sıcak ve soğuk diye ikiye ayrıldığını söyledi, bunlar gündüz ve gecenin körler arasındaki muadilleriydi.”
“Aydınlıktan yarı karanlığa öyle yavaş geçmişlerdi ki ne kaybettiklerinin hemen hiç farkında değillerdi.” (NK/TY)