Diyalektiğin birinci yasasına göre her iktidar önce kendisine karşıdır. Bu nedenle hiçbir iktidar sonsuza kadar var olamaz. Yeter ki bu karşıtlığı mobilize edecek arzu toplumsal hayatta şekillendirilebilsin. Yeter ki iktidarı ayakta tutan duygulara karşı başka bir duygusal atmosfer yaratılabilsin.
Ekrem İmamoğlu’nun başarısı, her şeyden önce böylesi bir arzu ve duygunun örgütlenebilmesinde saklıdır.
Huzur
Bir dönemin popüler sloganının “Huzur İslâm’da” olduğunu bugün kaçımız hatırlıyor acaba? Zaten Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) kaybetmesinin temel nedeni bu: Huzur vaadinden bekanın korkusuna transfer oldular.
Oysa hiçbir toplumu çok uzun bir süre sadece korku ile konsolide etmek mümkün değildir. Toplumlar korkuya karşı zamanla duyarsızlaşırlar. Hayatın normal biçimde devam edebilmesi için korkuyu kanıksar ve olağanlaştırırlar. Oysa muktedir(liğ)in devamı için toplumun korkuya alışmaması ve hayatın her bir noktasında tehdit hissini yaşaması gereklidir. O nedenle egemen, tıpkı AKP’nin yaptığı gibi, “el yükseltmek”le duyarsızlığı aşmaya çalışır...
Ancak kısır döngüden çıkış yoktur. Sonuç er ya da geç kaçınılmazdır.
Korkunun var ettiği güçten, tahakkümün şekillendirdiği her şeye muktedir olma illüzyonundan, yenilmezlik hissinin yarattığı azametten alaşağı edilmek ise her egemen için çok travmatik bir deneyimdir. Tıpkı bugün AKP’nin yaşadığı gibi.
Beceri
Her muktedir, yetersiz ya da yetersiz görünümü veren bir muhalife ihtiyaç duyar. İktidarlar, medya başta olmak üzere devletin ideolojik aygıtlarını kullanarak muhalefetin ne kadar beceriksiz ve yetersiz olduğu kanaatini toplumda yayınlaştırmak isterler.
Bu topraklarda söz konusu kanaati yaygınlaştırmak konusunda hem mevcut siyasi iktidarın hem de muhalefetin kapasitesi tartışılmaz bir gerçektir.
Ancak 31 Mart seçim sürecinde özellikle Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), bir partinin olağan olarak yapması gerekeni yaptığını gösterdi. Hiç kuşkusuz demokrasinin yetkinleştiği bir ülkede oy torbaları üzerinde sabahlamak, seçim kurullarını ziyaret etmek, seçim gecesi sayısız basın açıklaması yapmak ya da gece boyu seçim nöbeti tutmak bir partiden beklenecek tutumlar değildir. Ancak ifade edelim ki, bu topraklarda siyasi iktidara talip bir parti için tüm bunlar “parti” olmanın asgari ilkeleridir.
Gerçekten de CHP İstanbul İl Başkanlığı ve Ekrem İmamoğlu, seçim sürecinin bütününde sergiledikleri tutarlı ve güçlü çizgileriyle bu memlekette CHP adlı bir partiyi var edebilme becerisini gösterdiler.
Ne garip; AKP de seçim yenilgisini kabul etmek yerine, gerek seçim gecesi ve sonrasında belediye başkan adayının ağzından yaptığı açıklamalarla, gerekse genel başkan yardımcısının “Bir parça kusurumuz vardı. Fakat ortada kanunun dışına çıkan ve bizim kesinlikle denetleyemeyeceğimiz, fark edemeyeceğimiz, seçimden önce, seçim günü fark edemeyeceğimiz bir takım kanunsuz işlemler yapıldı diyoruz. Kesinlikle bizim fark edemeyeceğimiz ve bizim denetimimize, partilerin denetimine tabi olmayan alanda bir takım usulsüzlükler, hatta usulsüzlükler demek istemiyorum, hafif, kanunsuzluklar yapıldı” diyerek; becerisini kanıtlamış CHP karşısında, olan biteni fark edemeyen, hatta ne olduğunu bile idrak edemeyen bir parti konumuna düştü.
Hiç kuşkusuz AKP sözcüsünün “hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu ama fark edemedik” açıklaması, inandırıcı olamamanın ötesinde, partinin her şeye muktedir olduğu imajını ve bu azametli gücün insana korku salan heyulasını yerle bir etti.
Öte yandan AKP, İstanbul’da mazbatayı vermemekte inat ettikçe bir siyasi parti olarak gücünü, saygınlığını ve demokrasinin bir parçası olma hakkını yitirdi. Daha önemlisi her oy sayılıp ve yeniden ve yeniden sayılıp da sonuç değişmeyince; yaşadığı bozgunu kendi eliyle teyit etti. Dahası, bu inadıyla kendisi karşısında oylara sahip çıkan CHP’nin ne kadar iyi organize olduğunu da kanıtladı.
Hasılı kelam; AKP’nin kör İstanbul inadı, 31 Mart gecesi aldığı seçim yenilgisini kendi eliyle bozguna çevirdi.
Bahar
Ne dağlarına bahar geldi memleketimin, ne de “bir kuruşa Yenihayat satan / Tophanenin karanlık sokaklarında / Koyun koyuna yatan / Kirli çocukların” yüzü güldü.
Çünkü o(nlar) hâlâ içerde. Türkiye siyasi tarihinin son yıllarda ortaya çıkardığı en etkili siyasi aktörü hâlâ rehin.
Onun öyle bir etkisi var ki, olmaz denileni oldurarak, bu toprakların faşizme sürüklenmemesi için Halkların Demokratik Partisi’yle (HDP) temasta bulunan insanları CHP’ye oy vermeye ikna etti.
Hem de elinde onlarca gazete, radyo, televizyon olmadan...
Dört duvarın arasına kapatıldığı o zindandan, “Gerekirse bağrınıza taş basın, mutlaka sandığa gidip ‘Faşizme hayır’ anlamına gelecek oyunuzu kullanın” dedi sadece.
Çok açık ki, Onun “azıcık hatırım varsa” dediği isteği olmasaydı bugün Türkiye bambaşka bir ülke olurdu.
Bu vesileyle Kürt oylarının bu toprakların geleceği için ne kadar hayati olduğu, özgürlük ve demokrasiye giden yolun Kürtlerden geçtiği, onları ikna etmeyen hiçbir siyasetin bu topraklarda barışı ve huzuru getiremeyeceği bir kez daha görüldü.
Gelecek
Son seçimlerle milliyetçiliğin ümmetçilik karşısında güçlendiği bir ülke ortamında demokrasi cephesinin de güçlendiğini, ancak bu cephenin bir bölümünün kör karanlık zindanlarda tutsak olduğu ortada.
Türkiye, 31 Mart gecesi neyi istemediğini gösterdi: Kibirden hoşlanmadığını, parlamentoyu dışlayan bir rejimi istemediğini, hep bağıran tek adam siyasetini reddettiğini ifade etti.
Ama orta yerde bir soru hâlâ yanıtlanmayı bekliyor: Türkiye ne istiyor? Nasıl bir gelecek tahayyül ediyor?
Bu soruların yanıtlarıyla gelecek asıl bahar.
Ve o bahara ancak O(nlar) özgürce siyaset yapabildiği zaman ulaşılacak.
Şimdi böylesi bir bahar için önemli bir adım attık. Yokluğunun nasıl bir zemheri olduğunu gördük, idrak ettik.
Şimdi zemheriden bahara geçişin, kalplerin ısınma zamanı.
Bakalım sosyal demokratlar, üstlendikleri sorumluluğun farkında olup önümüzdeki dönemde gereğini yapacaklar mı?
Umalım ve olması için hep birlikte çaba gösterelim.
Çünkü baharı fazlasıyla hak ettik. (OE/EKN)