İnsanlar savaş istemez, ama politikacıların teşviki ile bu sağlanabilir. Herkese saldırı altında olduğumuzu söyleyin, barış taraftarlarını ise ülkelerini tehlikeye atmakla suçlayın. Bu her ülkede aynı şekilde çalışır. (Hermann Göring)
Terörle Mücadele Kanunu'yla yönetilen bir ülkenin insanlarına korku kültürünü ve her gün yeniden üretilen korku politikalarını anlatmak çok zor değil; ancak bugün birkaç güncel örnekle halimizi anlamak ve ne şartlarda yaşamak zorunda kaldığımızı hatırlatmak gerek: Taş atan çocuklar, KCK Davası, Ergenekon soruşturması, Ahmet Şık'ın İmamın Ordusu adlı daha basılmamış kitabı, ve cezaevlerindeki binlerce siyasi tutuklu... Hepsinin ortak özelliği, Terörle Mücadele Kanunu.
2006 yılında kapsamı genişletilen Terörle Mücadele Kanunu (TMK) benzeri nitelikteki tanımlayıcı ceza kanunlarının aksine asıl olarak Türk Ceza Kanunu'nda suç olarak kabul edilen bazı eylemlerin "terör suçu" sayılabileceğine hükmeden bir kanun. Atıfta bulunulan 50 kadar suç arasında orman yakmaktan kültür ve tabiat varlıklarını yurt dışına çıkarmaya, eğitim ve öğretimin engellenmesinden konut dokunulmazlığının ihlaline dek pek çok suç var.
Bu suçları TMK'ye göre "terör suçu" yapan şey ise bu eylemlerin örgütsel faaliyet içinde gerçekleştirilmiş olma unsuru. "Örgütsel faaliyet"in ne olduğu kanunda tanımlanmadığı için teoride her eylem "örgütsel faaliyet"in bir parçası sayılabilir; daha vahim olanı, örgüte üye olmasanız dahi eyleminizden ötürü terör suçundan yargılanabilirsiniz.
İlk paragrafta ortak özellikleri TMK olan bazı güncel örnekleri saydım, fakat yargı sürecine müdahale etmemek adına sadece varsayıma dayalı birkaç olay ile bu kanunun haksızlığını ortaya koymak gerekli.
Birinci örnek; kırmızı tişörtünüzü giyip 1 Mayıs yürüyüşüne katıldınız, arkanızdaki grup Abdullah Öcalan posteri açtı, polis kamerası da sizi önden görüntüledi. Siz PKK üyesi olmayabilirsiniz, arkadaki grubun "faaliyet" içinde olması yeterli.
İkinci örnek: Ülkü ocaklarındaki hiyerarşi üzerine bir makale yayımladınız, o sırada yakalanan bir MLKP sorumlusunun bilgisayarından "bozkurtları itibarsızlaştıran makalesi için E.S.'ye destek verelim" yazılı bir dosya çıktı. Masumiyetinizi ispatlamanız en az bir yılınızı alır.
Son örnek: Öğrencisiniz ve başbakanı protesto ettiniz. Açıklamaya gerek bile yok.
Kulağa çok abartılı gelse de, elimizdeki TMK ile yukarıdaki örneklerin terör suçu sayılması mümkün. Cezalandırılma durumları ise elbette hakimlerin vicdanına ve takdirine kalmış. Fakat ilk duruşmaya dek cezaevindeki diğer 61 bin tutukluya katılacağınız kesin.
Şimdi başlıkta sorduğumuz soruya gelelim; TMK eliyle yürütülen korku politikası devletin korkusundan mı kaynaklanıyor? İddiam şu ki, yürürlükte olan Türk Ceza Kanunu terör kapsamında ele alınacak suçları zaten belirtmiş (TCK - Md.220 ve Md.314). TMK'nin atıf yaptığı diğer 50 maddede ise bu suçların örgütlü halde işlenmesi durumunda cezanın artırılması hükmü de zaten var. Hatta, basın yayın yoluyla örgüt propagandası yapmak suçu dahi TCK'de açıkça tanımlanmış.
Terörle Mücadele Kanunu'na neden gerek var?
Bunu anlamak için TMK'nin terör tanımını belirsizleştirmek dışında ne gibi hükümleri var, onlara bakmak gerekiyor: Kanımca, "Yargılama Usulleri" ve "Çeşitli Hükümler" bölümlerindeki özü ile TMK hem ceza muhakemesi usulüne getirdiği istisnalar, hem de eşitsizlik yaratan hükümleri ile adil yargılanma ilkesini ihlal etmektedir. TMK Madde 10'a göre, şüphelilerin birden fazla avukat tutma hakkı yoktur, avukatların şüpheliye dair suçlamaların yer aldığı dava dosyasına ve şüpheli hakkında toplanan delillere bakma hakkı engellenebilir, avukat ile müvekkil arasındaki gizlilik ihlal edilebilir.
Halbuki, terörle mücadele sırasındaki görevi ihlalleri nedeniyle devlet memurları hakkında yürütülen soruşturmalarda bu memurların 3 avukat tutma hakları vardır, bu avukatların ücretini devlet öder, ve avukatlık ücretinde tarife belirlenmemiştir (TMK - Md.15). Bu iki hüküm açıkça yargılanmada eşitlik ilkesinin ihlalidir.
Uzun vadede daha vahim olanı, kolluk kuvvetlerinin bu kanun kapsamındaki yakalama ve göz altına alma gibi görevlerine dair tutanaklarda açık kimliklerinin değil sicil numaralarının yazılmasıdır. İlk bakışta terörle mücadele eden devlet görevlilerini ve ailelerini yasa dışı örgütlere karşı korur gibi görünse de işkence ve gözaltında kötü muamele geçmişimiz düşünüldüğünde kanunun hangi sonucu doğurduğu açıktır.
Türk Ceza Kanunu'nda basın yoluyla örgüt propagandasının tanımlanmış olmasına rağmen, gazetecilere ve yayımcılara art arda açılan davaların çoğunlukla TMK maddelerine atıfla soruşturulması (ve bu nedenle özel hükümlere tabi olması) TMK'nin normal yargılama usullerine bir alternatif olarak kullanıldığına kanıttır.
Her ne kadar TMK terörden zarar görenlere devletin öncelikle yardım etmesine dair olumlu bir hükmü içerse de, Ek Madde 2'de belirtilen "Terör örgütlerine karşı icra edilecek operasyonlarda 'teslim ol' emrine itaat edilmemesi veya silah kullanmaya teşebbüs edilmesi halinde kolluk görevlileri, tehlikeyi etkisiz kılabilecek ölçü ve orantıda, doğrudan ve duraksamadan hedefe karşı silah kullanmaya yetkilidirler" hükmü Hatay'da Jandarma'nın dur ihtarına uymayan köylülere 233 kurşun sıkılması gibi ihlallere yol açmaya pekala müsaittir.
Sonuç olarak, Terörle Mücadele Kanunu "terör eylemleri" ve "terör örgütleri" ile mücadelede etkin bir hukuksal araç olmaktan çok, devlet görevlilerine yargı-üstü koruma sağlayan maddeleri ile herkes için eşit yargılanma ilkesini ihlal eden bir metindir. Türk Ceza Kanunu ile hali hazırda tanımlanmış olan belirli suçların yeni bir sıfatla soruşturulması eliyle olağan dışı yargılama usulleri getirmekte, böylelikle adil yargılanma hakkına dair Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6. Maddesi ile Anayasa'nın 36. Maddesi hükümlerini ihlal etmektedir.
Toplum devlet ilişkisi açısından en vahim olanı ise, resmi kurumlar ve devlet görevlileri karşısında güçsüz konumda bulunan vatandaşı temel haklarından dahi mahrum ederek devlet görevlileri tarafından geçmişte sıkça yaşanan hak ihlallerini ve kötü muameleyi destekler bir öze ve ruha sahip olmasıdır. Toplumsal bir uzlaşma ile değiştirilmediği sürece, bu anlayışı bürokrasinin ve hukukun geleceğine miras bırakması da kaçınılmazdır.
Not: Dün evinden göz altına alınıp Diyarbakır'a götürülen Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji yüksek lisans öğrencisi Nejat Ağırnaslı, ve şu an cezaevlerinde tutuklu bulunan tüm öğrencilerin en kısa zamanda adalete ulaşması dileğiyle. (EKS/ŞA)