Elvis filmiyle tekrar gündeme gelen Baz Luhrmann’ın 1992 yapımı ilk filmi Dans ve aşk (Stricktly ballroom) bilhassa görkemli bir sahnesiyle bunca yıldır hafızamda taptaze.
Ahalinin heyecanla beklediği ananevi dans yarışması sonunda gelmiş çatmış, etkinliğe ev sahipliği yapan muhteşem salon hıncahınç dolmuştur.
Tam heyecan zirve yapmışken birbirini takip eden çetrefilli dinamikler sonucunda birdenbire her şey sekteye uğrar, ortalık karışır. Bu arada salon sahibinin zıpır oğlu yılan kıvraklığıyla yarışmanın yönetildiği podyuma çıkar; durumu uzaktan kumanda eden minnacık kız kardeşi mikrofonun sistemle kesilmiş bağlantısını tekrar sağlayınca hazır bulunanlar elektriğin sebep olduğu yüksek ses distorsiyonu yüzünden kaostan sıyrılıp donakalır.
Mutlak sessizlikte çekinerek de olsa konuşmasına başlayan veledin sesi bir anda tüm salonu doldurur, babasına yıllardan beri dile getiremediği hislerini haykırır:
“Bütün hayatımızı korku içinde yaşadık!…”
Konuşmasının bu ilk cümlesi, hadiseyi şaşkınlıkla izleyenlerin kulaklarında adeta sonsuza kadar yankılanmış, ben de kendi payıma düştüğü kadarıyla şoke olmuştum. O birkaç söz ömrüm boyunca içimde hissedip ifade edemediklerimin tercümanı olmuş, beni sanki DNA’mdan sarsmıştı…
Kayda alınası bir belgesel
Nazilerin annesini alıp yok etmek üzere götürdükleri günün üzerinden çok uzun seneler geçmiş olmasına rağmen, yalnız Lore’nin değil, oğlu Tom’la kızı Kim’in hayatlarının da endişe, güvensizlik, ümitsizlik ve korkuyla geçtiği söylenebilir.
Yönetmenliğini kadın sinemacı Sandra Prechtel’in üstlendiği Sevgili korku (Liebe angst) adlı belgesel, mazide kalmış gibi görünse de böylesine olayların nesilden nesle tesirini yitirmediğini, zaman geçse bile insanın içinde uçurumların açılmasına mani olunamadığını bir kez daha ispat ediyor.
Çocukları korumak esas olduğundan, Naziler evlerini bastıklarında Lore tavanarasında saklanarak kurtulmayı başarmıştı; yıllar sonra Lore içine düştüğü buhran sırasında annesine yakılacağı gaz odasında bir bardak su bile veremediği için kendini suçlayarak bedenine eziyet çektirecek, yemeden içmeden kesilecekti. 13 yaşında tacize uğramış kızı Kim evi terk edecek, annesini ihtimamla hayata döndürmeye çalışan Tom bir süre sonra kendi canına kıyacaktı.
Geleneksel olarak büyük ailelerden müteşekkil Yahudi klişesinin yerle bir olduğu, büyük travmalara rağmen yollarına tek başına devam etmek zorunda kalmış Lore, Tom ve Kim’in hikâyesi seyirciyi derinden sarsıyor, feminen bir belgesel estetiği sayesinde mevzuya hassasiyetle eğilmemize imkân tanıyor.
Kahramanlarımızın mahrem sayılabilecek anlarına şahit olurken asla onları gözetlediğimiz hissine kapılmıyor, çıtayı yükseltmek üzere yönetmen tarafından herhangi bir baskı uygulanmadığını idrak ediyor, kadınlar arasındaki işbirliği ve dayanışmanın uyumu sayesinde sansasyonel olandan uzak kalıp meselenin özüne usulca vardığımıza ikna oluyoruz.
Sevgi şart
Sevmeyen sevilmez.
Sevilmeyen nefret etmeye başlar.
Nefret eden sevilmez.
Ve bu nefretin tamamı insanın kendisine ve dünyanın geri kalanına yönelir.
Annesi Lore’den devraldığı ağır yükü taşımakta çocukluğundan beri zorlanmış olan Kim, bunalımlı gençliğinde tuttuğu günlükte kısır bir döngüye kapılmış gibi görünüyor.
12 yaşında bale kursu için gittiği eğitim kurumunun yöneticisi tarafından 13 yaşından itibaren yıllar boyunca tacize uğrayan Kim klasik anne şefkatini alamayacağını hissedince evden erken yaşta ayrılıp kendi yolunu çizmeye çalışmış, Nina Hagen’dan ilham alarak şarkıcılık kariyerine başlamış. Fiziksel olarak adaşı Kim Wilde’ı anımsatan arşiv görüntülerinde erkeklerden müteşekkil grubun lokomotifi olduğu, etrafındakileri coşkun enerjisiyle motive ettiği kesinlikle belli oluyor.
Bu arada annesi Lore’nin travmalarından dolayı gündelik hayata katılmaktan günbegün uzaklaştığını, gazete haberlerinden manidar bulduklarını haftanın yedi günü kesip özetlerini el yazısıyla not aldığını ve yıllar içinde binlercesini arşivlediğini görüyoruz. Bir zamanlar faşizme karşı kale olarak gördüğü Doğu Almanya’nın (DDR) inançlı militanlarının arasındayken kaç tanesi Lore’nin Yahudi olduğunu biliyordu acaba?
Lore sorumlu vatandaş profilini filmin sonuna, sanki gerçekten huzura kavuştuğu huzurevine kadar sürdürüyor: Gazete kupürlerini bir gün işe yarar ümidiyle, kendisine tazminat tekaüdiyesi bağlamış olan Bremen Belediyesine borcunu ödemek amacını güderek biriktirdiğini öğreniyoruz.
Kolay kolay konuşulamayan Tom’un intiharı da filmde masaya yatırılıyor ve Kim annesi Lore’nin olaydaki rolünü tartışmaya açıyor. Siyah beyaz fotoğraflarda gözleri gülen çocukluk hallerine tanık olduğumuz sevimli evlatlardan Tom zaman geçtikçe kötümser biri olur, Naziler’in peşine düştüğünü iddia eder, gaipten sesler duyduğunu dile getirir. Tehdit, şiddet ve korku duygularını birebir yansıtan çizimlerinde dört ayaklı pardesülü erkekler, havlayan köpekler, endişe yaratan figürler vardır. Dünyayı acımasız bulur, içine düştüğü dehşetten dolayı ümitsizliğe kapılır, benliğinde açılan yardan aşağı yuvarlanır adeta.
Ailenin içindeki şizofrenik bir detayı da unutmamak lazım: Annesi Yahudi olan Lore’nin babası önce Hitler gençlik hareketinin, akabinde Nazi ordusunun ferdidir!
Kendini annesiz hissetmek
Filmfest München’e katılmış olan 81 dakikalık 2022 Almanya yapımı belgeselde kahramanlarımız bazen gözyaşı dökse de yönetmen Prechtel duygu sömürüsüne asla yaslanmıyor.
Filmi sürükleyen, orta yaşa gelmiş Kim’in ta kendisi. Bir zamanlar kişilik bozukluğu ve anksiyete teşhisiyle tedavi görmüş kahramanımız muhtelif faaliyetleri arasında köpek dolaştırıcılığı da yapıyor ve her ne kadar insanları sevse de köpeklerle ilişkinin çok daha kolay olduğunu belirtiyor. Perdeden taşan samimi enerjisi, Kim’in kırılgan olduğu kadar güçlü tarafını da gözler önüne seriyor. Korkuyu artık mümkün olduğunca hayatına sokmadığı belli.
Yıllar içinde kendini geliştirerek lirik vokale yöneliyor, klasik eser yorumculuğunun yanısıra daha deneysel performanslarda da yer alıyor.
Birkaç sene önce Yunanistan’ın en doğusu sayılan, Kaş’ın dibindeki Meis adasının devasa Mavi Mağara’sına ilk defa girdiğimde, içimden ABD’li siyahlarla özdeşleşmiş Motherless child şarkısını haykırmak gelmiş, kalabalıktan utandığım için susmuştum. Birkaç gün sonra sadece yakınlarımla Ayasofya’nın kubbesine benzettiğim coğrafi harikanın içinde tekrar yüzerken şarkıyı mağaranın cephelerine çarptıra çarptıra söylemiş, karanlık ortamdaki korkumu sanki yankılanan sesimin yardımıyla bertaraf etmiştim.
Peki güftenin işaret ettiği gibi bazen kendimi öksüz hissetmiş olmam mevzubahis miydi? Annem beni yeterince, hatta fazlasıyla sevmemiş miydi? Yoksa ben mutsuz bir evliliğin sübabı vazifesi mi görmüştüm?
Belgeseldeki Kim, çocukken annesinin asla otoriter olmadığını, gayet serbest bırakıldıklarını, yabaniliğe varan bir ortamda büyüdüklerini hatırlıyor. Fakat diğer ailelerden farklı olarak doğum günlerinin pastayla kutlanmadığını, hatta herkesçe çok önemsenen Noel için dağıtılmış kuponların evlerinde kifayetsiz olduğunu da belirtiyor.
Anneleri aslında hem vardı, hem de yoktu!
Seneler geçtikçe annemden devraldıklarımın ne kadar travmatik olduğunu ben de artık fark edebiliyorum…
Filmin ortalarında ve sonunda Kim’in bizzat icra ettiği Motherless child yorumunun bu kadar içten, dürüst ve kendine has olmasına zaten hiç şaşırmadım! (RL/AS)