“Hayatta kalanlar kendilerine rağmen yaşayabilenlerdir..” (Zeki Demirkubuz)
Cemal Romanya’dan dönüşünün ertesi günü öğleye doğru evinde ve çay içiyor. Saat 11:35. Sonra diğer odaya gidiyor ve alt çekmeceyi açıp evraklara bakıyor. Gözüne bir başka dosya ilişiyor, inceliyor, geldiği odaya geçiyor ve incelemeye orada da devam ediyor. Saat: 11:29!
Saati fark edince içimden "Demirkubuz bu hatayı ...!" diyorken duraksadım; Demirkubuz bu hataya düşer mi? Filmden sonra yönetmen arkadaşlarımı aradım ve onlara da sordum. Tahmin ettiğim gibi, "Hayır, O, o hatayı yapmaz, yaptıysa o bir hata değildir, bir hedefi vardır!" dediler.
Demirkubuz, eleştirmenlere "Filmlerime karşı o denli önyargılısınız ki, bariz bir hatayı fark edemeyebiliyorsunuz. Karakterlerle, duygularla, düşüncelerle öyle sık nefeslerle körlemesine çarpışıyorsunuz ki hata yapsam farkedemezsiniz" demiş olabilir mi?
Okuduğum filme dair eleştirilerin ve ayrıca röportajlarda soru yöneltenlerin saat sahnesine değinene rastlamadım. Ya gerçekten farketmediler, ya da Demirkubuz’a kıyamadılar!
Peki ya Cemal’in 112’yi aradığı sahne! Bu sahne için yıllardır 112 hemşireliği yapan arkadaşımı aradım. Ona, "Ses tonu endişeli biri 112’yi arıyor, 112 ile görüştüğünü teyit ettiriyor ve ardından telefonu kapatıyor? Yasal prosedür nedir?" diye sordum. Arkadaşım, 112’ye gelen tüm aramaların kayıt altına alındığını, polis ile koordineli çalışıldığını, arama kesildiyse 112 personelinin arayan numarayı geri arayabileceğini çünkü aramazsa zan altında kalabileceğini, suçlanabileceğini anlattı.
Arkadaşımın bu biraz muğlak ifadeleri nedeniyle acili arama sahnesi için bir şey diyemeyeceğim. Filmden sonra Demirkubuz’un tartışmalı ve hatalı sahneleri özellikle serpiştirdiğini ve acaba kaçını yakalayamadığımı bile düşündüm.
Üç Maymun’u izlediğimde konunun işlenişine sendelemiş, çok beğenmiştim ama filmi Nuri Bilge Ceylan ile hiç mi hiç bağdaştıramamıştım. Üç Maymun’u Ceylan’ın sonraki filmleriyle de bağdaştıramadım. Baba filmi ile Yılmaz Güney, Nuri Bilge’ye ne kadar yakındır; Üç Maymun filmi hariç.
Kor’dan sonra ise, Demirkubuz için 20 yıllık projesi olan Kor filminin bitirilmesinin bir zorunluluk, bir eşik olduğunu ve bu eşiği geri dönüşşüz ya da eşikte çakılmaksızın geçtiğini düşündüm. Demirkubuz’un o Yeraltı’msı ruh halinin etkisinden bu filmle tamamen sıyrılmış olduğu bende netleşti ve daha güçlü ve etki altında olunmayan filmlerin geleceğine ikna oldum. Masumiyet’teki ve Bulantı’daki akıl ile Kor’daki akıl, duygu bağdaşıyor.
Haluk Bilginer’i, Derya Alabora’yı istediği havaya sokabilen bir yönetmenin Taner Birsel, Caner Cindoruk, Dolunay Soysert, Aslıhan Gürbüz’ü filmdeki rollerle harcadığını, onlara yanlış roller verdiğini ya da oyuncuların bu filmle kendilerini harcattığını öne sürmek doğru olmasa gerek.
Emine Ziya abisinden kendine olan aşkının geçmişini sorarken yüzünde olması gereken ifade beliriyor. Bunun dışında ne Ziya, ne Emine’de film boyunca ifadeye rastlanıyor. İfadesizliğin bu film için yerinde olduğunu düşündüm. Karakterler ifadesizliği çok başarılı yansıtıyorlar ve böylece bizi kendileri konusunda yönlendirmekten, izlenen bireye hapsetmekten alıkoyup, "meselenin kendisinin ne olduğu, tartışılması gerekenin asıl ne olduğu" ile baş başa bırakmaya, ucu açık bırakmaya çalışıyor.
Emine ya da Ziya’yı tartışmak için onların mimikleri kanıt gösterilemeyecek. Burada Çağlar Çorumlu’nun rolüne değinmek istiyorum. Siz dertle, acıyla hiç tanışmamış insan yüzü gördünüz mü? Çağlar’ın rolü bana öyle bir yüzü çağrıştırdı ya da Çağlar asıl yüzünü çok iyi gizliyor.
Film uzun gibi görünse de değil, hatta çok kanaldan ve çok hızlı akıyor diyebilirim. Cemal iki kez dönüp kameraya (gözümüzün içine) bakıyor. İlki masumiyet karşısındaki "utanışı", ikicisi ve karanlık içindeki son sahnelerdeki bakış ise çürümüşlüğü "kabullenişi"ni andırıyor. Yüzünde, duruşunda ifadenin esirgenmediği Cemal içinde öfke biriktirmiş. İki değil, beş değil, on değil, Emine’ye tüm gücüyle ardı ardına 22 yumruk indirmek tükenişin, çaresizliğin yansıması olmalı.
Kor filmi kötülüğü, gizlemeleri, suskunlukları, yalanların sonuçlarını, sürüncemeyi, cesareti ve bunların eksikliklerini esaslıca tartışıyor ama gizli kapaklı değil. Yönetmen her karakterine bir dokunulmazlık alanı oluşturuyor ve film bu alanların sağlamlığına dayanarak insan doğasını yansıtan o çetin manevralara geçit veriyor.
Film "çocuk" olgusunu da çok iyi veriyor. Cemal Mete’yi gerçekten seviyor ama Emine yüzünden Mete’yi görmemeye başlıyor. Ziya gerçekte Mete ile hiç ilgilenmiyor. Emine’de şevkat yok gibi. Böyle yalnız, travmalarla büyüyen çocuklar büyüdükçe sorunlarını başkalarına devreder ya da bu açığa çıkmayan sorunlarıyla karşıdakini yorar. Filmin kendini hissettirdiği sorusunu ifade etmek gerekirse; “Kim babasını ve annesini tanıyor ki?”
Üç karakterden dürüst olan ise başlangıçta sadece Cemal. Ama sahneler ilerledikçe Cemal’in kaygıları önce dürüstlüğünü, sorgusunu tüketiyor ardından kişiliğini sesini, geleceğini yutuyor. Filmin son sahnelerinden yola çıkarak, artık şekillenen Cemal ve Emine’nin yaşantısı gibi bir yaşantıya kim sahip olmak ister? Sanırım hiç kimse!
Cemal Emine’ye Ziya yüzünden meyilli değil, öyle olsa Ziya’nın ölümünden sonra Emine’yi terk ederdi ya da huzursuzluğunu yansıtırdı. Ama Cemal her kahveye gittiğinde sakinleşmiş, bambaşka bir insan olarak geri dönüyor. Halbuki Cemal yoken yaşantısını sürdürebilmiş Emine’nin Cemal’i filmin sonundaki ve iyi hissettirmeyen yaşantılarına hapsettiren neden ne idi ki?
Başlangıçta kolay gibi görünse de aslında zor olan daha doğrusu felaketler getirici olan Cemalleşmek, Emineleşmektir. İşte, Emine ve Cemal’in her ikisi ayrı ayrı, birbirine yabancı birer kor’lar ve gün gelecek tekrar harlanacakları an’lar gelebilecektir. (AY/NV)