Anadolu yakasında Poyrazköy ile Rumeli’de Garipçe köyü arasında 29 Mayıs 2013’te (İstanbul’un fethinin yıldönümü) temeli atılarak yapımına başlanan köprünün ismi hayli tartışma yarattı.
Tartışma, projenin vücut bulma tarzı ve süreci hesaba katılarak yürütüldüğünde şu sorunun akla gelmemesi mümkün değil: Bu köprünün ismi, cismiyle uyumlu olmayı hak etmiyor mu?
Bir düşünelim...
Öncelikle, üçüncü köprü projesi tüm itirazlara rağmen baskı ve zorla hayata geçmiştir.
En önemli dayanağı kent üzerindeki transit geçişleri kuzeye kaydırarak şehiriçi trafiği azaltmak gibi bayat bir argümandır.
Trafik sorununda yolların, kavşakların, köprülerin azlığına değil, yolculuk talebinin varlığına odaklanmamız yani, insanların neden farklı seyahat biçimlerini, sürelerini, sıklıklarını tercih ettiğini anlamamız gerektiği[1] tespitine ek olarak, köprülerin trafik sorununu çözmek şöyle dursun, kendi trafiklerini yarattıkları öteden beri bilinen bir gerçektir.
Bianet’te yayınlanan habere göre ikinci köprü açıldıktan günümüze kadar Boğaz’dan geçen insan sayısı yüzde 170 artarken Boğaz’dan geçen araç sayısı yüzde 1180 artmıştır. Dolayısıyla köprüler, insanların değil, araçların karşıdan karşıya geçişlerine hizmet etmektedir.[2]
Ayrıca toplu taşımacılığa gereken önemin verilmemesi gibi, içinden deniz geçen bir kentte hızlı, rahat ve düşük maliyetli bir seçenek olarak denizyolu ulaşımı dururken ha bre köprü ve ısrarla karayoluna yatırım yapılmasının otomotiv sektörü ve petrol bağımlılığıyla ilişkisi gözardı edilemeyecek bir noktadır.
Sonuçta önemli olan, köprüye çeşitli nedenlerle karşı çıkan uzmanlar, meslek örgütleri, STK ve geniş bir kamuoyuna rağmen[3] iktidarın kent planlama sürecini diğer tüm öznelerden kopararak sermayenin hizmetine sunması ve kudretine dayanarak “yaptım oldu” demesidir. Tüm muktedirler gibi. Bunu geçmişten bir “büyük” temsil edecekse Yavuz Sultan Selim nadide bir seçenektir.
Diğer bir açıdan, bu baskı ve zorla hayata geçen şeyin kendisi bir kentin yaşamına kastetmektedir.
Ali K. Saysel’in yazısının başlığından ödünç alarak, 3. köprü “çevresel ve toplumsal bir gaddarlık”tır.[4]
Köprü İstanbul’un kuzeyinde yoğunlaşan son doğal yaşam alanları üzerinde geri dönülemez sonuçlar yaratacak, yapımı sırasında iki milyon ağaç kesilecek, bu köprüyle birlikte İstanbul ormanlarının üçte biri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır ve köprünün parçası olduğu Kuzey Otoyolu projesi de Kocaeli ve Çatalca havzalarındaki birinci sınıf verimli tarım topraklarının ve su havzalarının da tahribi ve yağmalanması anlamına gelecektir.[5]
Bir kentin, o kent içinde yaşayan tüm canlıların, bir ekosistemin ve elbette geleceğin hiçe sayılmasının, bu yıkıcılığın, olsa olsa yaptığı kıyımla tarihe geçmiş bir figürle anılmasından daha olağan bir şey yoktur. Yavuz Sultan Selim adı simgesel düzeyde yeşil yerine beton, yaşam yerine ölümü hatırlatacaktır.
Üçüncüsü, bu köprü siyasi ve ekonomik çıkarların birbirine nasıl eklemlendiğini gösteren bir köprüdür ve bu çıkarların rasyonelleştirilerek maskelenmesi açısından ideolojiktir.
İnşaat sektörünün iktidarın ekonomik büyüme-kalkınma konusunda en önemli manipülasyon aracı olduğu malum. “İnşaat Ya Resulullah” dosyasında inşaatın ekonomi-politiğini ele alan Birikim dergisinde Osman Balaban’ın belirttiği gibi, Türkiye’de siyasi aktörler, inşaat sektörünü sadece ekonomik hedefler doğrultusunda değil kısa ve orta erimli siyasal amaçlar doğrultusunda da kullanmak istemişlerdir.[6]
Bu köprü de neoliberal politikalara uyumlu olarak alınan planlama ve imar kararlarıyla doğal çevrenin yapılı çevreye dönüştürüldüğü, hiçbir kamu yararı gözetmeyen rant projelerinden biridir.
Çevresel ve toplumsal maliyetin hesaplanmadığını değil aksine, bu maliyetlerin bile isteye göze alındığını teslim etmek zor olmasa gerek. Tarihsel bağlamı içinde önem sırası değişen ekonomik, siyasal, dinsel çıkarlara göre bir şeyler bir şeylere her zaman feda edilebilir.
Gün gelir komşunun katline yardımcı olman gerekir, gün gelir ağaç kesilmesinde susman gerekir. Bu nedenle bu köprü, geçmiş ve bugün arasındaki ilişkinin metaforudur.
Yavuz’un devleti ile 2 Temmuz Sivas’ındaki devletin devamlılığını hatırlamaktır. Bu zihniyet bağını kurduğumuz müddetçe Yavuz Sultan Selim adı köprüye çok uygun düşecektir.
Kaldı ki adı değişse, siyasi erkin Alevilere (ve aslında muhalif tüm unsurlara) yönelik “yaptım gene yaparım” manasına gelen yaklaşımını telafi edecek midir?
Aleviler olarak ‘hükümdarın’ bilinçaltını deşifre etmekteki tecrübelerimizden şaşmamakta fayda var. Bütün taleplere rağmen müze yerine bilim ve kültür merkezi yapılan Madımak otelinin içinde, katliamda hayatını kaybedenler için hazırlanan panoya gösterici grupta yer aldığı bilinen iki kişinin de iliştirilivermesi misali.
Son olarak bu köprünün adına tüm toplumu hoşnut edecek bir isim üzerinde hem de ortak bir şekilde karar verilmesi yukarıdaki maddeleri kamufle etmekle beraber, söz konusu şahsiyetlere (Pir Sultan Abdal, Yunus Emre) ve çağrıştırdıkları her şeye haksızlık olacaktır.
Sonuçta bu köprü, “Zap’a değil Boğaz’a” [7] inşa edilmiştir. Yıllarca devlete başvurup da dertlerine derman bulamayan köylülerin imdadına yetişen bir grup üniversiteli gencin 1969 yılında Hakkari Zap Suyu üzerine heyecanla ve inançla kurdukları o köprü gibi kardeşliğe, dayanışmaya, hayata uzanan bir köprü değildir.
Adını yaşatma geleneğinin bu topraklarda hayra alamet bir şey olmadığı ise işin başka bir yönüdür.
Devlet, kendi varlığını ve tahakkümünü temsil eden mekanlara isimler seçmeyi her zaman çok iyi becermiştir. Bir kışla mesela, taşıdığı isimle kendi anlamını katlayarak var olabilir...
1943 yılında Van-Özalp’te kaçakçılık yaptıkları gerekçesiyle gözaltına alınan 33 Kürt köylüsünün yargısız sorgusuz sualsiz şekilde elleri ve gözleri bağlanarak bir geceyarısı kurşuna dizilmesi emrini veren generalin adının olay yerindeki kışlaya verilme hikayesi[8], bir toplumsal travmayı perçinleyerek yeniden yeniden zulüm üretmekten başka nedir?
Tam da bu yüzden öldürüldüğü yerde bir caddeye Hrant Dink adının verilmesi egemen zihniyet için kabul edilemez bir şeydir. Katillerini azmettirmedikleri, korumadıkları ve kınadıkları intibasını dahi yaratmaya tahammülleri yoktur.
İster halk imza toplasın, ister Büyükşehir Belediye Meclisi’ne önerge verilsin, ister yerel (Şişli) belediye başvursun, isim değişikliği taleplerinin, şehrin kültürel değerlerinin ve mevcut adres sisteminin bozulmasına, adres kargaşasına, maddi ve manevi kayıplara neden olduğu ve emniyet açısından sakıncalar oluşturduğu küstahça belirtilebilir.[9]
Sanki yerleşim birimleri üzerine sistematik olarak isim değiştirme operasyonlarının yapıldığı bir memlekette değilmişiz, sanki bu coğrafyada yüzyıllarca yaşamış Kürtçe, Ermenice, Lazca, Gürcüce, Rumca, Çerkezce, Arapça yer adlarını köklerinden koparırcasına söken bir tarihimiz yokmuş gibi…
Hal böyle olunca değiştirilmiş dere, tepe, dağ, taş isimlerine canı pahasına sahip çıkan Kürt halkının direnişini hatırda tutmak ve Gezi Parkı sürecinin de açıkça gösterdiği gibi mücadelenin alanlarda kazanılan bir şey olduğunu yinelemek gerekir.
O köprüyü oraya yaptırmayacaktık. Artık geçmiş olsun. Tek teselli belki, bir başka Türk büyüğünün ‘FeSeMe’ olarak yad edilmesinden ilhamla üçüncü köprünün şanlı isminin akıbetinin de farklı olmayacağıdır! (SD/YY)
Dipnotlar:
[1] Ali K. Saysel, 25.08.2009, “Üçüncü Köprü: 25 Milyonluk İstanbul’un Altyapısı”, http://www.bgst.org/kentsel-ekoloji/ucuncu-kopru-25-milyonluk-istanbulun-altyapisi-1
[2] Bianet, 29 Mayıs 2013, http://bianet.org/bianet/toplum/146998-3-kopruye-10-soruda-hayir
[3] Bianet’in haberine göre, hiçbir bilim insanı, bilimsel kurum ya da meslek örgütü, 3. Köprü'nün İstanbul için bir ihtiyaç olduğunu savunmadı. Aksine 3. Köprü'nün İstanbul'a vereceği zararlar bilimsel açıdan kanıtlandı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesinde çalışan bilim insanları ve mühendisler tarafından hazırlanan kentleşme planında bile, 3. Köprü kente karşı bir tehdit olarak belirlendi. (http://bianet.org/bianet/toplum/146998-3-kopruye-10-soruda-hayir)
[4] Ali K. Saysel, 05.05.2010, “Çevresel, Toplumsal bir Gaddarlık: İstanbul’a 3. Köprü”, http://www.bgst.org/kentsel-ekoloji/cevresel-toplumsal-bir-gaddarlik-istanbula-3-kopru
[5] Bianet, 29 Mayıs 2013, http://bianet.org/bianet/toplum/146998-3-kopruye-10-soruda-hayir
[6] Osman Balaban, Ekim 2011, “İnşaat Sektörü Neyin Lokomotifi?” Birikim, No: 270, İst Birikim Yay.
[7] Halk arasında Deniz Gezmiş köprüsü olarak anılan Devrimci Gençlik Köprüsü inşa edilirken Boğaziçi köprüsünün yapımına tepki olarak “Boğaz’a değil Zap’a köprü” sloganı kullanılmıştır. 1999’da bilinmeyen güçlerce bombalanan köprü Ekim 2010’da aydınlardan oluşan bir ekip öncülüğünde yeniden onarılmış ancak hışıma uğramaktan kurtulamamıştır. 2011 yılında tabelası sökülüp köprünün ayaklarına 'Ülkücü Gençlik, T.C Türkiye' yazıları yazılmış, Kasım 2012’de ikinci kez sökülen tabelalar Hakkari Emek ve Demokrasi Platformu üyelerinin çabalarıyla yeniden asılmıştır.
[8] 32 kişinin (sağ olduğu fark edilmeyen ve gece karanlığında İran tarafına geçip canını kurtaran bir kişi var) öldürülmesinden sorumlu olan Orgeneral Mustafa Muğlalı 1949'da yargılanarak idama mahkûm edilir, yaşı sebebiyle cezası 20 yıl hapse çevrilir ve 1951'de cezaevinde ölür. Genelkurmay Başkanlığı ölümünden 46 yıl sonra 1997'de Muğlalı'nın itibarını iade eder, Harp Akademileri'nin bahçesine büstünü diktirir. Mayıs 2004'te ise Muğlalı'nın adı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nın onayıyla Van-Özalp'teki Tabur Sınır Komutanlığı'nın kışlasına verilmiştir. 1943 yılındaki olayda yakınlarını kaybedenler imza kampanyası başlatarak İnsan Hakları Van Şubesi'ne de başvurmuştur. 2011 yılında kışlanın adı "Şehit Astsubay Erkan Durukan Kışlası" olarak değiştirilmiştir.
[9] Bkz: http://www.agos.com.tr/haber.php?seo=istanbulda-dinkin-adinin-verilecegi-cadde-bulunamamisti&haberid=4261
(Malatya’da doğduğu evin bulunduğu mahallede bir sokağa Şubat 2013’te Hrant Dink adı verilmiş bulunmaktadır.)