Hostesin, uçaktan inerken pasaportlarımızı yetkililere ibraz etmediğimiz takdirde Kopenhag havaalanına adım atamayacağımıza ilişkin endişe verici anonsu, sonradan bana yönelik olarak somut herhangi bir işleme dönüşmemiş olsa da, Danimarkayla ilgili ilk izlenimimi oluşturan ayrıntı oldu.
Zaten 6-16 Kasım tarihleri arasındaki uluslararası belgesel festivali CPH:DOX'un Danimarka Radyosu konser salonunda gerçekleşen muhteşem açılışı, 25. yıldönümü kutlanmakta olan Berlin duvarının yıkılmasını ve kıtadaki birliğin sağlanmasını yücelten bir filmle yapıldı.
Anders Østergaard imzalı 1989 adlı belgeselde olaylar Macaristan'ın başbakanı Miklós Neméth'in pek bilinmeyen katkıları, zengin arşiv görüntüleri ve mizahi bir tavırla anlatılıyor. Fakat etkileyici yapımın sonunda altı çizilen Avrupa'yı ikiye bölen duvarın yıkılması olsa da, gezegenimizde halen dimdik ayakta duran muhtelif duvarlar bir yana, AB'nin inşa etmekte olduğu yeni bariyerleri gerekli ve haklı gören zümre korkarım ki Avrupa'da gittikçe kuvvetleniyor.
CPH:DOX
Festivalin konuklarına empoze ettiği bariyer ise bilişimle ilgiliydi. Şimdiye kadar katıldığım bilumum etkinliklere kıyasla, dört nala koşturulan teknolojiyi sonuna kadar kullanmaya fazlasıyla endeksli CPH:DOX'un nazik çalışanları kısa zamanda tepkimi anlayarak yardımcı oldu fakat esas imdadıma yetişen Christian Von Borries'in Iphonechina adlı belgeseli oldu.
Apple imparatorluğunun gündelik hayatımızdaki ve bilhassa Çin'deki eğreti yansımalarının yanında, kölelik seviyesinde sömürülen Çinli işçilerin umutsuz hayatı da içler acısı durumu bir kez daha gözler önüne seriyordu.
Shosh Shlam ve Hilla Medalia isimli Web Junkie'de de Çin'in internet bağımlılığını bir hastalık olarak kabul edip gençlerin adeta hapsedildiği rehabilitasyon merkezlerinden nasıl medet umduğunu görsek de durumun vehametini layıkıyla yansıtan Edward Snowden odaklı Citizenfour oldu.
Tecrübeli belgeselci Laura Poitras'ın birinci elden ustalıkla yansıttığı, Snowden'in kendisiyle ilk teması kurması, gizlice buluşmaları, bilgilerin yavaş yavaş aktarılması ve akabinde saklı hayata geçiş süreçlerini bir korku filmi kıvamında hissettiren yapım günümüz teknolijisiyle hepimizin rahatlıkla takip edilebildiğini ve hürriyetimizin kısıtlandığını da gözümüze sokuyordu.
Siyasi belgeseller
Öldürme Eylemi (The Act of Killing) belgeselinin yönetmeni Joshua Oppenheimer'in yeni eseri The Look of Silence Endonezya'nın karanlık siyasi manzarasına bir kez daha sızmamızı sağladı. Topluca işlenen suçların nasıl inkar edilebildiğinin veya toplumsal hafızanın bu durumda nasıl taraflı olabildiğinin bir örneğine daha tanık olurken katillerin, boğazını kestikleri kurbanlarının kanını içme hikayeleriyle karşı karşıya kalıyoruz.
Camiye gidip dua etmedikleri veya Allah'a inanmadıkları için komünistlikle suçlanan milyonlarca insanın katledildiği 1965 olaylarında, güvenlik kuvvetleriyle işbirliği halindeki halk birliklerinin vahşi icraatları bir bir ele veriliyor. Ülkenin o zamandan günümüze aynı siyasi iktidar tarafından yönetilmesi kurbanların katillerle iç içe yaşamaya devam edip hesap soramamasına yol açmış durumda.
Geçtiğimiz senelerde olay yaratan bir önceki belgeseline göre Oppenheimer yeni eserinde tek bir vakaya konsantre olurken mesajını daha da vurucu bir dil ve olgun bir sinema estetiğiyle aktarıyor.
Robert Mugabe sultasındaki Zimbabwe'nin politik çevrelerinin sırlarına Camilla Nielsson'un Democrats'ı sayesinde adeta vakıf olduk. Yeryüzünün siyasi sahnesindeki popülerliğini nedense yitirmeyen yönetici, sık sık diktatörlükle suçlandığından, ülkenin bir anayasa çerçevesinde idare edilmesi artık kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu amaçla oluşturulan komisyonun başına gelenler ve bir türlü tamamlanamayan taslağı ortaya çıkarma çalışmaları, Türkiye'deki Kürt çözüm sürecini andıran anekdotlarla doluydu. Belgesel tamamlandığı zaman Zimbabwe anayasası hazır olsa da, yürürlüğe girebilmiş değildi...
İtalyan hükümeti ile mafya arasındaki bağlara Sabina Guzzanti imzalı The State-Mafia Pact sayesinde bir kez daha şahit olurken, yönetmenin hiciv konusundaki tecrübesi aracılığıyla ülkedeki trajikomik dinamiği derinden duyumsadık. Fakat bu defa, suça iştirak ettikleri iddia edilen yalnız Berlusconi gibi politikacıların değil, devletin çeşitli kademeleri, güvenlik kuvvetleri ve adalet sisteminde yer alanların yanında ülkenin cumhurbaşkanlarının rolüne de dikkat çekiliyor.
İnsan manzaraları
Aşk üçlemesinin ardından belgesele dönüş yapan Avusturyalı provokatör yönetmen Ulrich Seidl In the Basement ile ülkesindeki bodrum katlarında saklanan sırları ifşa etti. Özellikle çocuklara yönelik istismar haberleriyle dünya kamuoyunu sık sık meşgul eden ülkenin karanlık bodrumları hınzır sinemacı için biçilmiş kaftan: Teşhir ettiği karakterler arasında tahmin edilebileceği gibi Nazi ve Hitler hayranları, silah koleksiyoncuları, sado-mazo eğilimli insanlar, yabancılara, Müslümanlara, hatta özellikle Türklere yönelik ırkçı düşüncelerini ifade etmekten çekinmeyen bazı kişiler…
Rusya'nın mercek altına alındığı CPH:DOX'ta Askold Kurov ve Pavel Loparev'in eseri Children 404 ise Putin yönetiminin eşcinsellik konusundaki kısıtlayıcı yasalarıyla LGBT bireylerin yaşadıklarına ve özellikle gençlerin tepkilerine yer veriyor. "Eşçinsellik propagandası" gibi gayet geniş kapsamlı bir söylemle yürürlüğe giren yasa yüzünden, cinsel eğilimi sebebiyle tehlike altında yaşayanlar kolaylıkla suçlanabildikleri gibi ayrımcıların hedefi olabiliyorlar. Çocukların da kendi aralarında artan bu eğilim ülkede linç kültürünü içselleştirilmesine yol açıyor.
Futbol yıldızı Lionel Messi hakkındaki Álex de la Iglesia imzalı Messi filmi de festivalde epey ilgi gördü. Arjantin'de zor şartlarda büyüdüğü kenar mahalleden yola çıkarak dünyanın en iyi futbolcusu mertebesine ulaşan Messi'nin çocukluk ve ergenlik görüntüleri gayet etkileyici. Film objektif anlamda biyografik olmaktan çok futbolcuya methiye niyeti taşıyor; geçmişi hakkındaki çeşitli canladırmalar dışında şık yemek masalarında Lionel hakkında konuşan akrabaları, çocukluk arkadaşları, meslektaşları, antrenörleri ve futbol yöneticileri bir televizyon estetiği içinde anılarını aktarırken seyirciyi duygusal bir atmosferin içine sürüklüyorlar. Son sözü sık sık karşılaştırıldığı Maradona söylüyor: "Kariyerinin sonuna vardığında kimin daha iyi olduğuna tarih karar verir!"
Müziğe dair
CPH:DOX'taki Sound & Vision bölümünde gösterilen Fela Kuti hakkındaki Finding Fela ve James Brown'u konu edinen Mr. Dynamite, ABD'nin en aktif ve yetkin belgeselcilerinden Alex Gibney'nin imzasını taşıyordu.
Nijerya'nın muhalif sanatçısı Kuti'nin aşırılıklarla öne çıkan özel hayatı da iktidardakileri rahatsız etmiş, güvenlik kuvvetlerinin şiddet dolu müdahaleleri sırasında radikal sanatçı yaralanmış, akabinde işkenceye maruz bırakılmış ve hapiste yatmıştı. Siyasi açıdan daima aktif olup oğlundan desteğini esirgemeyen annesi de böyle bir baskın sonrası toparlanamayarak vefat edince, Fela bir daha eski enerjisine kavuşamadı.
70'li ve 80'li yıllarda ürettiği eserler günümüzde geçerliliğini korusa da, Finding Fela belgeselinde ABD sanat camiasının kendisini Bob Marley kadar tanımadığını öğreniyoruz. Gibney'nin Kuti hakkındaki Broadway müzikali Fela'dan yola çıkarak gerçekleştirdiği 119 dakikalık belgeselde daha derin bir portre analizi beklerken tam da bu müzikal görüntüleri seyircinin dikkatini dağıtan unsur oluyor.
Oysa ABD'deki siyahların bir zamanlar en güçlü ikonlarından James Brown'u mercek altına alan 120 dakikalık Mr.Dynamite sanatçının daha kapsamlı ve isabetli bir biyografisi niteliğinde. Ülkede siyahlara karşı ayrımcılık ve ırkçılık tüm hızıyla sürerken üne kavuşup, ABD'li ailelerin eğlence aracı olarak görülen televizyonda bile çılgın performansları, dansı ve çığlıklarıyla Brown çığır açmıştı.
Sanatçı ülkedeki siyah hareketine siyasi açıdan da destek vermiş fakat yıllar içinde kontrol edilemez hale gelen egosu yüzünden bazı politikacılara alet olmuştu. Funk müziğinin babalarından Maceo Parker en başta olmak üzere yanında çalıştırdığı müzisyenlere yaptığı haksızlıklar da cabası.
Belgeselde Mick Jagger 60'lı yıllarda James Brown'u taklit etmeye çalıştığını itiraf ederken Sex Machine ile ününe ün katan soul müziğinin ilahlarından Brown'un müzik dünyasına kazandırdığı dinamizm benzersiz olmaya devam ediyor.
Aykırı sanatçı Alice Cooper'ı yakından tanımamızı sağayan 86 dakikalık Super Duper Alice Cooper'ın yönetmenleri Sam Dunn, Reginald Harkema ve Scot McFadyen.
Din adamı bir babanın oğlu olarak gayet uslu bir çocukluk geçiren, sonradan edindiği sahne adıyla Alice, müzik dünyasının en alternatif şovlarını sergileyen provokatör bir rockçu olmuştu. ABD ve tüm dünyada muhafazakar ailelerin kabusu haline gelen Cooper tabii ki içki, uyuşturucu ve uyarıcıları kullanmadan edemedi fakat her defasında ağır tecrübelerinden güçlenerek çıktı. Frank Zappa, Iggy Pop veya Johhny Rotten gibi kült figürlerin kısaca da olsa seyirciye göz kırptığı matrak belgeselde Cooper kendini anlatırken, zengin arşiv çekimleri animasyonlarla şenlediriliyor.
Bu üç sahne ikonunun yanında gayet alçak gönüllü sayılabilecek bir diğer müzisyen, Gallerli Gruff Rhys'in ABD'deki alternatif bir macerasına tanıklık eden American Interior CPH:DOX'tan tavsiye etmek istediğim son müzik belgeseli.
Büyük büyük dedesi olan gezgin John Evans'ın 1700'lerde gerçekleştirdiği bir seyahatin izlerini takip ederek artık rezervlerde yaşamaya mecbur bırakılmış yerlilerle temas kuruyor. Gruff, Birleşik Krallığın resmi dili İngilizce tarafından kolonize edilmeye çalışılmış Galler diliyle espriler patlatırken, her gittiği yerde bir konser verip yeni arkadaşlar ediniyor.
Hem müzikal, hem sinematografik anlamda hassasiyetle örülmüş, Dylan Goch'la birlikte yönettiği 91 dakikalık samimi yapımda bizi özel dünyasına taşıyor, hatta peşinden sürüklüyor. Teknoloji meraklılarına yolculuğun app versiyonun çıkacağı da bildirilir…
Bu arada festival boyunca Danimarka da küresel ısınmadan nasibini almış gibiydi; ben mevsimlik pantalonlarla idare edebilirken bazı sportif Kopenhaglılar şortlarıyla koşu antrenmanlarına devam ediyorlardı…(MT/NV)