Yaşam sürekli bir kaybediştir aslında. Her geçen an ve her geçen gün başta ömrümüz olmak üzere pek çok şeyi kaybederiz bu hayatta.
Ancak kayıplarımıza rağmen yaşam devam eder. O sonsuz akışta yaşama devam edebilmenin tek koşulu kaybımızın yasını yaşayabilmektir. Tıpkı şairin dediği gibi: “Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle...”
Biliriz ki insan dil ile kederini yaşar ve yasını tutar. Çünkü dil, bilinç kadar dışının da yansımasıdır. Bir kaybın ifadesidir. Dil, insanı konuşturur. Boşaltır ifade edemediklerini, biriktirdiklerini.
Bir de beden gereklidir yası tamamlamak için. O nedenle dört bir yana dağılan vücut parçalarını bir araya getirir ZAKA. Çünkü Neandertaller’den beri bütünselliğiyle gömülür beden.
Ve tarih öncesinden beri ölene saygı duymak, bu uygarlıkta insan olmanın ve kalmanın ilk koşuludur.
Ancak çağlar boyunca egemenler, muktedirler sağlıklı yas tutmaya yasak getirmişlerdir. Çünkü isterler ki hayat kendileri dışındakiler için akmasın. Zaman o kayıp anına takılsın ve kalsın. Tamamlanmamış yasın zehri içine aksın insanın. Ve insan yaşarken ölsün.
Sophokles, insanın insana ettiği bu zulmün kadim hikâyesini anlatır Antigone’de. Tıpkı Taybet Ana, Hacı Lokman, Hatun Tuğluk ve onlarcasında olduğu gibi.
Tıpkı Cumartesi Anneleri’nin 700. buluşmasında yaşandığı gibi...
***
Yorgos Lanthimos, Dogtooth (Köpek Dişi) filminde üç çocuklu modern burjuva bir ailesinin köpekleşme serüvenini anlatıyor bizlere.
Uzaktan bakılınca Lanthimos’un evi, korunaklı mutlu bir yuva olarak gözükmektedir. Tıpkı hemen her ev, hemen her vatan gibi...
Evin babası tüketim kültürüne ram olmadan eski model bir araba ile işe gidip gelir mesaisini hiç aksatmadan. Anne ise hemen her kadın gibi çocukları için (evde) kendisini feda eder. Babası gibi uygarlığın nişanesi olan kravatı boynuna geçiren bir erkek ve iki yetişkin kız çocuk ile tamamlanır ailenin mutluluğu akşam yemek sofralarında.
Hemen her burjuva ailesinde olduğu gibi erkek çocuk kültürlü olmanın bir gereği olarak piyano ve gitar çalar, kızlar dans eder. Anne ve baba da onları seyreder mutlu mesut.
Ama bu evde “tüfek” kuş, “seyahat” yer kaplaması, “am” lamba ve “zombi” çiçek anlamına gelmektedir. Tıpkı Türkiye’de “anne”nin istismar, “anma”nın terör, “kaybın” terörist olarak tariflenmesi gibi. Çünkü herkes bilir ki bu dünyada dile hükmeden, düşünceye ve insana da hükmetmektedir. O nedenle evin hükümdarı olan baba, ideolojik aygıt olan anne aracılığıyla çocuklarına kendi dilini belletir. Tıpkı devlet aygıtının, milli eğitim aracılığıyla yurttaşlarına bellettiği gibi...
Lanthimos’un evi yüksek çitlerle çevrilerek dünyadan yalıtılmıştır. Tıpkı sınırlarla, internet yasaklarıyla yalıtılmış ulus devletler gibi. Çünkü dışarısı tekin değildir, düşman doludur. İnsanın altından kalkamayacağı tehlikeler vardır dışarıda. Zaten köpek dişi sallanıp düşmeden dışarı çıkan kardeş de bu tehlikeler nedeniyle “ölmüştür”. Aynı akıbet üç çocuğu da beklemektedir. O nedenle dışarıya çıkışın göstergesi olan köpek dişleri dökülene kadar çocuklar babanın direktifleri ve koruması altında adına ev denilen o zindanda yaşamalıdırlar. Tıpkı kulların ya da yurttaşların, esirgeyen ve bağışlayan bir yaratıcının ya da onun yeryüzündeki yansımasının ya da bir muktedirin emri altında adına vatan denilen hapsihanede yaşamaları gerektiği gibi...
Ancak zannetmeyin içeride sessiz sakin bir yaşamın sürüp gittiğini. Aksine kardeşler birbirleriyle dövüşürler her evde olduğu gibi. Kardeş kanı dökülür her vatanda yaşandığı gibi. Ve kadınlar, bir haz nesnesi olarak mallaşmış biçimde bedenleriyle sunulur evin ve yurdun erkeklerine...
Dışarıdaki tehlikeler ise eve her geçen gün giderek yaklaşır. Zaten daha birkaç gün önce evin bahçesine bir kedi girmiştir. Kedi, bu dünyadaki en büyük tehlikedir ve şimdi bu büyük tehlike eve sirayet etmiştir. Ev büyük bir saldırı altındadır.
Vatan saldırı altındadır. Düşmanlar kokteyl olmuş vatana saldırmaktadır.
O nedenle kedi denilen büyük tehlikeye karşı ev halkı hep birlikte yek vücut karşı koymalıdır. Evin muktediri olan baba, kedi denilen bu ölümcül tehlikenin nasıl bertaraf edileceğini açıklar ev ahalisine: Dört ayak üzerine çömelip havlamak!
Çocuklar tüm güçleriyle havlarlar. Evde, bahçede, bahçenin sınırında, gazetede, televizyonda, sosyal medyada… Takatten düşen muktedirin kendi düzeninin yer ile yeksan olmaması için yarattığı olmayan tehlikelere karşı havlarlar, havlarlar, durmaksızın havlarlar.
İnsan yok olmuştur. Köpekleşmenin tarihidir artık yazılan...
***
1930’ların Almanya’sını bugünlerde daha sık hatırlamak gerekiyor. İnsanların etiketlenmesini, kriminalize edilmesini, yalnızlaştırılmasını ve sonrasında da yok edilmesini...
Unutmayalım ki büyük kötülük, o gün her şeye muktedir olduğu için var olmadı Almanya’da. Aksine her şeye muktedir değildi. Ancak sessizliği seçenler, olanı biteni görmezden gelenler, yan yana durmayıp yalnızlaştırmaya destek olanlar sayesinde var olabildi.
Böylesi zamanlarda ses vermenin, görmenin, dokunmanın, dayanışmanın ve hep birlikte büyük kötülüğe karşı siper olmanın bir bedeli vardır elbet. Tıpkı Lanthimos’un evinden çıkmanın bir bedeli olduğu gibi.
Biliyoruz ki, köpek dişleri, süt dişlerinin aksine ölene kadar düşmezler. O nedenle evin büyük kızının becerdiği gibi kendi köpek dişimizi kırmamız ve bir lavaboya özgürlüğümüzün diyeti olarak fırlatmamız gerekiyor.
Sonrasında aynaya bakıp, önce kendimiz sonra tüm insanlık için gülümseyebiliriz... (OE/EKN)