Öncelikle bu yazının, iki ufuk açıcı yazıdan yola çıkarak yazıldığını belirteyim. Amacı ise iki ayrı meseleden bahsediyor gibi gözüken yazıların meramını birleştirme gayreti.
M. Ender Öndeş, Özgürlükçü Demokrasi’de, “Siyasetin merkezileşmesi ve sokak” başlıklı yazısına şöyle başlamış: “90’lı yılların sonuydu sanırım, İstanbul’da Latin Amerika toplumsal hareketlerinden temsilcilerin de yer aldığı bir tür sempozyum düzenlenmişti. Çok sonraları, sempozyumu baştan sona izleyen bir arkadaşım, Arjantin İşsiz İşçiler Hareketi’nden bir temsilcinin yakınmasını anlattı bana. ‘Biz Barrio’lardaki (varoş mahalleleri) toplantılarımızı hep ayakta yaparız, oturacak yer de olmaz zaten. Konuşan konuşur, karar alıp dağılırız. Siz bu kadar uzun süre oturup tek bir konuşmacıyı nasıl dinleyebiliyorsunuz?’ ”
Tecrübesi sabittir, yıllardır bir şekilde gidilen paneller, konferanslarda hep aynı yüzlerle karşılaşılır. Konuşmacılar bellidir, dinleyiciler ortak bir davete gelmiş akranlar, akrabalar gibi tanışıklıkları eskiye dayanır. Aralarda birlikte sigara içen ekip bile değişmez. Usüldendir, günlerdir içilmemiş gibi çay ve kahveye dadanılır. Hava sıcaksa, gelindiğine pişman olunur ama mümkün mertebe hissettirilmez, ciddi yüz ayarında tutulur. Olsun denilir, üç beş arkadaşı görmüş olduk.
Atıyorum, “Barış Nasıl Mümkün?” başlıklı panelde konuşulanlar, konunun muhatabı olan canlı, kanlı, nefes alan ve hatta (!) düşünebilen insanlara hiç ulaşmaz. Nihayetinde; çoğu kuramsal, enikonu düşününce ayağı yere basmayan, reel olanla bağdaşmayan, hikmeti belirsiz çözüm yollarıdır konuşulanlar. Batman’daki bir amcaya, çorba tarifi gibi, “Barış olacak, tam olarak şöyle” diye anlatmaya kalkışsanız, iki yaşanmışlıkla tepetakla edebilir “yol haritanızı.”
Formel bir barış isteği
Devam etmiş Öndeş:
“Çalıştaylar, sempozyumlar, programlar filan kötü müdür peki? Tabii ki değil! Ama Allah aşkına, mesela 2013 Nisan’ında Urfa’da yapılan şu ‘Mevsimlik Tarım İşçileri Kurultayı’nı şimdi hatırlayan var mı? Orada kurulan ve sendikaya dönüşerek en az 500 bin kişilik büyük bir emek ordusunu örgütlemesi planlanan derneğin faaliyetlerini şimdi ben bir gazeteci olarak Çukurova’da, Sakarya’da, vb. göremiyorsam, burada bir sorun yok mudur? Daha yakına gelin isterseniz; şu ‘Bin İmza’ güzel değil mi mesela? Güzel elbette ama ne diyordu Veysel; ‘Güzelliğin on para etmez / şu bendeki aşk olmasa!’”
Bir otelin toplantı salonunda konuşulanlar çoğu kez benzer cümlelerle ilerlediği için sıkıcı bir siyasetin meşgalesi olmaları dışında hiç bir pratiğe dökülecek cinsten değillerdir. Alışılmış olan böyle. Alışılmışın dışına çıkmak hele ki OHAL şartlarında imkansız gözükse de başka neler denenebilir?
Halkların Demokratik Partisi (HDP), Kars Milletvekili Ayhan Bilgen, tutuklu bulunduğu Silivri Kapalı Cezaevi’nden “Barışı mı istemeli demokrasiyi mi?” başlığıyla kaleme aldığı yazısında şöyle yanıtlıyor sorusunun maksadını:
“Bu sorunun ne kadar zorlu ve provoke edici olduğu açık. Sorunun zorluğu içinden geçilen zamanın zorluğu ile ilgilidir. İçinden geçtiğimiz zamanın gerçekliklerinden kopuk hiçbir isteğin reel siyasette karşılığı olmaz. Öncelikle ifade etmeliyiz ki, bir kavrama söyleyenin ne anlam yüklediğinden daha önemlisi, sözün muhataplarının ne anladığıdır. Ne yazık ki, ‘barış’ kriminalize edilmiş bir kavram haline gelmiştir. Elbette bundan dolayı ‘barış’ istemekten vazgeçemeyiz ve savaş, çatışma, ölüm istemekten söz edemeyiz.”
Formel bir barış isteği hasıl oldu memlekette. İmkansızlığın ortasında dahi sayıklamaya dönüşen bir barış isteği. Bilgen’in ifadesiyle, “devlet ile toplum arasındaki ilişkinin henüz asgari kuralları bile hayata geçirilmeden, ‘ideal barış’ beklentisi ne kadar anlamlı ve mümkündür?”
Platonik (devletin umurunda değilken) bir serzenişle, sevgi dolu bir yakarışla her şeye rağmen yine de barış demenin siyaseten yürütülebileceği bir zemini bulmak mümkün değil. Tekrarların konuşulduğu barış arzulu toplantıların kısır döngüsü de buradan ileri geliyor sanırım. “Konuşuyoruz, o iş bizde” demekle olmuyor yani.
“Siyaset, sosyal bir faaliyettir”
Bilgen, yine aynı paragrafta, Barış Akademisyenlerini de örnek vererek, barıştan söz etmenin kriminalize edilişinden bahsetmiş. Evet, barış istemek başlı başına bir suç artık. Yılların apolitik insanı olsanız dahi militan olarak içeri alınmanız mümkün. Gurur mu, hicap mı duyarsınız, sizin kararınız. Lakin bunca faşizan ortamda nasıl bir barış isteniyor? Tarafların temsilcilerinden ziyade, halkların barış şartları birbirine ne kadar uyumlu? “Bir arada yaşayabiliriz” diyebilmek hangi taraf için daha zor? Barış toplantılarında konuşulanlar, çizilen yol haritaları, “sözün muhatapları” için ne kadar gerçekçi ve kabul edilebilir bulunuyor?
Hele ki barış müzakerelerinin görüşüleceği bir muhatap odağı yokken, bir siyaset etkinliği olarak her haftaya düşen en az iki panel, konferansla (…) nasıl yol kat edilebilir? Akademik bir etkinlik olması dışında, orada düşülen notlar ne işe yarar?
“Muhalefetin öncelikli ihtiyacı iktidarla diplomasi yapmak mı, yoksa toplumla birlikte siyaset yapmak mı? İkinciyi iyi yaparsanız, birincinin kapısı zaten açılır” diyor Bilgen. Toplumla birlikte siyaset yapmak; siyasi ikballeri, rant ilişkilerini, “yüce bir iş yapıyorum” egosunu geride bırakmak demektir ki az buz iş değil; nitelik, derinlik, “samimi” bir alçakgönüllülük ister. Ha gayret emek de ister ki var böyleleri. İçerde olan Sebahat Tuncel ilk aklıma gelen.
Öndeş’in yazısında bahsettiği gibi: “Siyaset, esasında ‘sosyal’ bir faaliyettir de; yani doğrudan insan teması anlamına geliyor biraz. Programlar ve bütün diğerleri, insanlara temas edecek başka insanların zihninin açılması için vardır; somut olarak o insanlar aracılığıyla sokakta, evde, kahvede zuhur eder. Kimse parti programını filan okumaz bu memlekette; program okuyup bir partiye, sendikaya katılanı ben bu yaşıma kadar ne gördüm ne de duydum! İnsanı program değil, programı özümsemiş başka bir insan örgütler. Partilerin, sendikaların her köşeye yayılmış ağları bunun için vardır işte; orada artık insandan insana sosyal ilişkiler, dostluklar, dükkânlar, komşu kapıları, kahveler, vb. devreye girer.” (FG/EKN)