Neredeyse her şeyin sıcak olduğu, dikey yapılaşma ile gettolaşma arasında kararsız kalmış gibi görünen bu kentin dar ama işlek caddelerinden birinde gece vakti bir lokantada oturmuş sokağı izliyorum. Hemen dibimde sokakla aramdaki tek engel olan birkaç başın bulunduğu masaya kayıyor gözüm ara sıra. Sevimli bir gülümsemesi olan masadaki kız çocuğu, sevgiyi tanır bir yüz ifadesi ile halinden memnun yemeğini yemekte. İki lafın arasında, her nasılsa yakında evleneceği nişanlısından bahsedip onun dövmesini koluna yaptıracağını araya sıkıştıran garson genç de hızlı adımlarla masalara öteberi bırakıp duruyor.
Bu sırada telefondan gelen sesli uyarıyla gözüm ekrana kayıyor, platformun birinde mecrayla pek de ilişkili olmayan bir yazı okurken buluyorum kendimi. Başkaları da mı ilişkilendirememiş acaba yoksa mecranın tekerrürden gücünü alan karakterini bozan farklılığıyla aslında kendileri de bağlantısız olan insanlara mı dokunmuş ucu bilinmiyor, yine de bayağı olumlu tepkiler almış. Kişilerin içgörülerine sızacak kadar zengin olduğunu iddia edenler var okuyucular arasında. Yazıda, Avrupalı bir akademisyenin Hindistan’da yerli bir meslektaşının eleştirilerine karşı takındığı nazik ve meraklı tavırdan bahsediliyor. Tüm bunlar bizatihi yerli akademisyenlerin kendi aralarındaki kamplaşmaları, rekabeti ve siyasal alanın muhtelif tonlarıyla lekelenmiş olmaları düşünüldüğünde idealin bir tasvirine dönüşüyor yazarın bağladığı sonuca bakılırsa.
Pervane
Olması gereken tavır, kayıtsızlık ile hafif merak arasında, eve döneceğini, farklı bir diyardaki evine döneceğini bilen ve belki de kendisi için bütün bu evinde geçirdiği tekdüze zamandan uzaklaşmanın bir yolu olan, farklı karşılaşmaların tetikleyici gücünden medet uman birisinin tavrı belki de, kim bilir. Önemi de yok zaten. Meraklı ve nazik bir bakışın, polemikçi olmayan bir yaklaşımın kendisi kâfi, gerçekten de olası senaryolara dair bütün kafa patlatmalar biraz beyhude. Yine de bir-iki kelime, birkaç satır ile herhangi bir şeye dair söz söyleyebilmiş olma arzusu afyon gibidir.
Tam bu sırada sokakta ailelerinin yanlarında başları öne eğik yürüyen çocukların lokantanın masalarına attığı kaçamak bakışlardaki şu öğrenilmiş çaresizlik mi ne denebilecek ifade, işte şurada iki satırda okunmuş bir başkasınınki, bir yabancı olmanın getirdiği anlamının ise hep sonradan yeniden keşfedileceği şu özgürlük benzeri his, hep beraber bir kelimenin etrafında pervane gibiler: Mesafe.
Mesafeye her anlamda ihtiyacımız var. Tüm bu olan bitenin sürekli birer anlamlı küçük evren yaratabilmesi için, nefes alabilmemiz, ayrı ayrı ve hep birlikte var olabilmemiz için. Biri çıkıp da şu başımıza bela yabancılaşmanın en geniş anlamıyla bir gereklilik yahut ihtiyaç olduğunu anlattığında, benliği olarak gördüğü şeyi korumak için bu durumun kaçınılmaz olduğunu da söylemiş olmayacak mı? Yaşamla kurageldiği bağdaki bu üstüne alınmama hali veya unutkanlık onun daha hafif hissettiği kimi anlara kapı aralayacak belki de. Mesafelere ihtiyacımız var işte, hem sonra ortadan kalktığı vakit bu kadar çok malumat üretmenin imkanı da ortadan kalkıverirdi, bu kadar çok gevezelik de yapılamazdı, böylesine bilgiç, böylesine iddialı ve kolaylıkla çürütülebilir olanların sesi de bu kadar çok ve gür çıkamazdı. Mesafelerin hüküm sürdüğü ve aralarındaki onulmaz farkların kolaylıkla göz ardı edildiği bu zamanın en uygun bilgisi kanaatvari bir şey olsa gerek. Kanaatin bir yaşama başından sonuna dek rehberlik edebilme gücü onu her çağın bilgisi yapmaktadır belki de; fakat şimdiki zaman için biçilmiş kaftandır kendileri. Her yola gelir, mesafelere göre kendini tekrar tekrar düzenleyebilir, ya yargıya varamaz ya da vardığı kesin hükmü kolaylıkla terk ettiğini görülür, ne ağlatır ne güldürür, orta hafiflikteki bir antidepresanın henüz yeni yetme bir gençte yapacağı gibi, askıda bırakır.
Agoranın duvarları
Gerçekten de muhtemelen birilerinin zamanında söylediği gibi küçük olan karmaşıktır, yakın olan tehlikeli ve meçhul. Oysa uzaklıklar kolay aşılır, birkaç kelimeyle bitiverir işleri; kanaat mesafeyle el ele verip bu süreci kolaylaştırır, konuşan borçlanmaz aksine hafifler, zihinlerinde olduğunu varsaydıkları ne varsa saçılır, öbekleşerek bir ağırlık yaratamaz ruhlarında. İşte böyle bir çağda yoksulluk vardır, yoksullukla mücadele vardır, parçalanmış bedenler ve rafine zevkler vardır, savaşlar, barışlar, dostlar ve düşmanlar, ezeli ebedi inanışlar, yolunu şaşmış ruhlar, çıkar şebekeleri ve aşka dair hülyalar, hepsi bir zemine sığdırılabilir nice şey vardır. Aralarındaki gevşek bağ mesafeden kaynaklanır, zamane insanının olası bütün eğilimleri için besleyici hale gelebilecek bir şeydir mesafenin varlığı, aynı zamanda sahip olageldiği birçok yetinin yok oluşuna da refakat edecektir.
Mesafelerin kolaylıkla aşılabileceğine dair kibir kokan yanılgımız kanaatperver yaşamımızın da temelidir. Bu öyle bir yaşamdır ki iki ucu, bir tarafta hazlar ekonomisinin yarı serbestisindeyken bir tarafta ölüm kalım meselesindedir, bu iki uç arasında salınan kanaatperver ise sanki konuşmakla lanetlenmiş gibi nefesi tükenene kadar, söylediği söz ile bir bağı kalmayana değin konuşmaktadır; analizler ve eleştiriler ve köksüz hayali bir agoranın duvarlarını çatlatırcasına girilen tartışmalar, sövgülerin ardına düşen kahkahalar, işte esaslı bir samimiyet problemi daha. Oysa piyasadayız sadece, kiminin kolaylıkla kiminin zor ile içselleştireceği bir daha kötüsü de mümkünün içindeyiz. Ve ardına sonraları keşfettiği hemen akabinde korumaya meylettiği benliğini kaybetmiş olmanın fütursuzluğuyla, onulmaz yaraları, karanlığa çalan boşluk benzeri ruhsal bir halin sızısıyla ertesi güne muhtemelen başka ama benzer bir dil oyununa kendini hazırlama çabası. Ne konuşanın ne kelamın en ufak bir değeri kalmayana değin. Yine de piyasanın işleyiş tarzı ve ihtiyaçları, kanaatperverin ıskartaya çıkmasına da engel olacaktır.
İnsanı kanaatperver bir canlıya dönüştüren koşulları sözü edenin de dinleyenin de ortamızda şuracıkta her an bitiveren aşikarlığı sanki gizlemek de istercesine görmezden geldiği, geleceği bir zamanın koşuludur. Öyle bir zamandır ki bu, başka herhangi bir zaman yaşanmamış, yaşanmayacaktır, her bir diğeri ancak ve ancak bir tür dil oyununa, bir mübadele rejimine dahil edilebildiği ölçüde mevcut zamanın bir malzemesinden fazlası değildir. Böylelikle herhangi bir tema yaşamın herhangi bir anı bir diğerinden dilde, duygularda yahut pratikte temel bir fark göstermek zorunda kalmaksızın tüketilebilir hale getirilmiş olacaktır. Savaş ya da yoksulluk, yağma ya da ganimet, cinsellik ya da bir spor müsabakası, belki de istisnasız bütün bir atfetmeler, bir anda yer değiştirebilir hale gelecektir ve değiştirecektir de, neyseki kanaatperver bütün bunlara hazırlıklıdır ve konuşmasını sürdürür.
Velhasıl, her anlamda geçip gidiyor olmanın tetikleyip beslediği dürüstlüğü ve açıklığı, istiflenmiş, hareketsiz kılınmış, belirsiz de olsa mesafeleri kanıksanmış hayatlarımızın kanaatperver dünyasına boca etmek durumundayız. Yahut duyguların, zekanın terki vakti yakındır. (TÖÖ/TY)