Kente ayak bastıktan hemen sonra İstanbul'dan göç etmiş birine rastlamam beni her zamanki gibi şaşırtmadı. Sesi ve tavırlarıyla bana olgun Marianne Faithfull'u hatırlatan bir hanımla ettiğim muhabbetteki hararet, Türkiye'den Yunanistan'a yönelik tehditlerin ne kadar tesirli olduğunun ispatıydı.
Sınırda devriye gezerken yakalanıp tutuklanmış zavallı zorunlu askerlerin başına gelenler bir yana, özellikle Ege'deki kayalık ve adalar hakkındaki agresif söylemler meğerse komşuda gayet popüler hale gelmiş. Onu rahatlatma güdüsüyle, mevzubahis saldırganlığın daha ziyade kronik düşmanlık reflekslerini tetiklemek suretiyle, Türkiye'deki kitleleri heyecanlandırmaya yönelik olduğunu söylemeyi tercih ettim.
Fakat milliyetçilik konusunda halklar arasındaki amansız çekişmede Yunanistan'ın kimseden aşağı kalır yanı yoktu: Kısa bir süre önce Makedonya adını kullanmaya tekrar yeltenen Kuzey'deki komşularına Yunanistan halkı lazım(!) olan dersi vermeliydi. Siyasi doğruluk hususunda mangalda kül bırakmayan bazı sosyalistler ve yılların devrimci çınarı Theodhorakis'in de dahil olduğu grup, sözkonusu adın tekelleri altında kalmaya devam edeceğine adeta ant içmişti.
Ege'deki dalaşın uluslararası petrol tekellerinin oyunu olduğunu da duydum Selanik'te. Kıbrıs çevresinde süregelen çekişme, bir zamanlar Türkiye ile Yunanistan'ı bölmüş, son yıllarda turizm histerisiyle halkları birleştiren esas unsur haline gelmiş Ege denizine sıçratılmak isteniyordu belki de. Fakat Meriç kıyısında askerlik yapmış aynı saygın zattan öğrendiğim kadarıyla, yıllar boyunca erlerin sınırdaki muhabbetlerine doyum olmazken, şu anda tırmandırılan kriz muhakkak ki suni bir gündemden öteye gitmiyor, aynı zamanda şantaj unsuru olarak sömürülüyordu.
Senelerden beri Halkidhiki yarımadasında altın aramak isteyen, Türkiye'de de faaliyetleri olan Kanadalı Eldorado şirketine karşı protestolara şahit olduğum Tsimiski caddesinde ise bu defa futbol taraftarları öfkelerini kusuyordu. İstanbul'dan Selanik'e göç etmişlerin kurduğu PAOK takımı yıllardan sonra şampiyonluğa epey yaklaşmışken çirkin futbol camiasının kurbanı olmuş, başarı ellerinden zorla, çeşitli entrikalarla kopartılmıştı.
Belgeselden belgesele koşuştururken arada yemek ihtiyacımı karşılamak üzere Selanik merkezinin arteri Tsimiski'den defalarca karşıdan karşıya geçerken hiç o kadar zorlandığım olmamış, karanlık bastırmış halde, çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu koyu renk giyimli kızgın kalabalığın arasından geçerken neredeyse tüylerim diken diken olmuştu. Bir süre sonra kulübün başkanı Savvidhis şiddet dozunu arttırarak sahaya silahla inecek, Yunanistan Süper Ligi sekteye uğrayacaktı.
Oysa tarihi Olympion sinemasının önünde broşür dağıtan küçük bir grup ne kadar da saygılı ve mütevazı davranışlar sergilemeyi tercih etmişti. Festival'in programında yer almadığından Sûr: Axit û Welat (Sur: Toprak ve Yurt) adlı belgeseli izlemeye sinemaseverleri sessizce davet ediyorlardı. Türkiye'de yasaklanmış, Hicran Urun ve Zana Kibar'ın yönettiği belgeselin gösterimi, herhangi bir engelleme olmadıysa, 21 Mart akşamı Sfendona (Sapan) Gençlik ve Kültür Merkezinde gerçekleşecekti.
İlmik daralıyor
Sinema salonuna mutlak gerginliğin hâkim olduğu dinamik ise 20.Selanik Film Festivaline dahil olan İlmik (Η θηλιά/The Noose) belgeselinin gösterimiydi. Elinde gayet teçhizatlı kameralarla güven içinde dolaşan erkekler dahil, Türkiye kökenli olduğu belli birçok insan, başı örtülü kadınlar, hatta küçük yaştaki çocukların varlığı, nispeten ufak ve boğucu Pavlos Zannas salonundaki seyircide her an hiddetli bir protestonun ortasında kalma tedirginliği yarattı.
Türkiye'deki her türlü hürriyetin kısıtlanmasıyla ilgili sansasyonel yapım bilhassa ifade özgürlüğüne yönelik baskılara eğiliyordu ve ne de olsa bu hususta herkes hemfikir değildi. Fakat yönetmen Thomas Sideris ne yazık ki elindeki zengin malzemeyi, Hrant Dink, Berkin Elvan, Hande Kader cinayetleri dahil olmak üzere, bu son yıllarda Türkiye'de meydana gelmiş her türlü hunharlığı, adaletin yerle bir edilmesini, insan hakları ihlallerini, işkenceleri, akademisyen kovulmalarını, Kürt illerindeki yıkımı, kısacası ülkenin alegorik hale gelmesine sebep olan her türlü hadiseyi agresif ve provokatif bir televizyon haberciliği tavrıyla perdeye sanki kusuyordu.
Tamam, vaziyet vahim, zaman dardı, fakat Selahattin Demirtaş'ın huzur veren ses tonu bile belgesele gerekli dengeyi veremedi. Havasızlık yüzünden adeta kan ter içinde seyredilen filmi gerçekleştirenler taraftar toplamak isterken seyircileri epey yormuş oldular. Medyatik dile bel bağlayıp tarafsızlıklarını koruyamadıkları için nitelikli bir eser ortaya çıkarma fırsatını kaçırmış gibiydiler. İçeriğin yansıtılma şekline rağmen yine de yönetmenle hemfikir gibi görünen Türkiye kökenliler dahil olmak üzere, hazır bulunanların çoğunluğu tarafından hararetle alkışlandılar.
Kıbrıs'ın satılmış kadınları
Gösterimin çok daha duygusal bir atmosfer içinde gerçekleştiği Kayıp Fetine (Missing Fetine) adlı belgesel ise Kıbrıs'ın İngiliz sömürgesi olduğu yıllarda olanlara odaklanıyordu. Ekomonik imkânsızlıklar içindeki birçok Türk aile kızlarını başlık parası karşılığında genellikle Ortadoğulu Arap erkeklerle evlendirmişti. Filmin kahramanı Pembe Menteş aile büyüklerinden kayıp Fetine'nin izini sürerek Filistin ve Ürdün'de yıllar sonra akrabalarını bulup tanışıyor, her karşılaşmada fazlasıyla duygulu anlar yaşanıyordu. Göç ettiği Avustralya'nın bürokratik yaptırımları sebebiyle soyadı Shukri olarak yazılan yönetmen Yeliz Şükrü, Pembe Menteş' i adım adım izleyerek Kıbrıslı kadınların makus kaderini ortaya çıkarırken, kahramanının kapsamını ada geneline yayarak sürdürdüğü arama çalışmalarına ivme kazandırıyor.
Karadeniz'de Rum soykırımı mı?
Son zamanlarda Türkiye'de soyağacı tartışmalarının ayyuka çıktığı ve Romeika'nın Karadeniz bölgelerinde günden güne daha az konuşulduğu gözönüne alınırsa, Yorgos Demir'in televizyon yapımı tadındaki belgeseli de kaçan bir fırsat sayılabilir. Trabzon'un İstanbul'a nispeten uzak olmasından dolayı Rum burjuvazisinin Avrupa'yla direkt ilişkisinin bulunduğu, ticari başarıların, sosyal refahın, gazetelerin, tiyatronun zenginleştirdiği toplumsal bir refahla karşı karşıyayız. Fakat siyasi dalgalanmalar ve saflaşmalar sonucunda haset güdümlü uygulamalar gecikmez...
Asırlardır yaşadıkları vatanlarını terk etmek zorunda kalmış Pontus Rumlarının acı hikâyesi, Pontus: Mazinin Pusunda Hatıralar (Πόντος: «Μνήμες στην ομίχλη του παρελθόντος/Pontos: "Memories in the Mist of Past) adlı Yunanistan/Türkiye ortak yapımının ana mevzusunu oluşturuyor.
Ortaya çıkan gerçeklerden bir tanesi Ermeni soykırımında uygulanmış tehcir zulmünün Rumlara karşı da kullanılmış olduğu: Çetin kış şartlarında Anadolu'nun dağlık bölgelerinde insanların belirli bir varış noktası gözetilmeden süresizce yürütülmesi. Ev baskınları, kurşuna dizilmeler, kiliseye kapatılan insanların topluca katledilmesi, amele taburları gibi pratikler de daha önce provası yapılmış bir senaryoyu anımsatıyor. Gerçekleri teyit edecek, dönemin en etkili kayıt aracı fotoğraf makinelerinin toplatılmış olması da manidar.
Her şeye rağmen acımasız bir çeteci olarak Topal Osman veya bildik bürokratlar dışında Nurettin Paşa gibi simaların en azından sözel tarihteki yeri bambaşka olmayı sürdürüyor ve vahşi uygulamaları nesilden nesle aktarılıyor. Türkiye'nin mozağini oluşturan çeşitli unsurların birbirini kabul etmesi için daha uzun yol katedilmesi gerektiğini de adeta gözümüze sokan belgesel, bazı gerçeklerin artık inkâr edilememesi ve bir tabunun yıkılması için, günahları ve sevaplarıyla seyredilmeyi hak ediyor.
Acaba ben de bu nefret, öfke ve şiddet sarmalına kendimi kaptırıp birilerinin ekmeğine yağ mı sürüyorum diye düşünmüyor değilim! (MT/HK)
Fotoğraflar 20. Selanik Belgesel Festivalinde iki filmle onurlandırılan sanatçı Andy Goldsworthy'nin doğal enstalasyonlarına aittir.