Ordu'dan göç etmek zorunda kalan Pontus Rumları'nın bir kısmı Kerkini Gölü'nün kıyılarındaki köylere yerleştirilmişti. Bu yüzden Selanik'in kuzeyinde, Bulgaristan sınırında bulunan bu baraj gölü hakkındaki belgeselde, kulaklarımızı okşayan tınılarda kemençeyi duymamız tesadüf değil.
Müteveffa sinema ustası Theo Angelopoulos'un Ağlayan Çayır filminin meşhur sahnelerinin çekildiği gölün bugünkü haline yönelttiği kamera, yönetmen Pandora Mouriki'ye 19.Selanik Belgesel Festivalinde WWF (Dünya Doğayı Koruma Vakfı) ödülü kazandırdı.
Ölçüsüz avlanma yüzünden hem balıkların hem kuş türlerinin iyice azaldığı, floranın zayıfladığı fotojenik göl insanların tabiata vahşi yaklaşımından epey etkilenmiş, ama hala çok etkileyici.
Belgeselde Angelopoulos'un Pakistan'da bir diğer filmi için kurduğu setin bölge mimarisi dokusuna uygun binalarına saygı gösterildiğini öğreniyoruz. Oysa Kerkini'de filmden kalan dekorların yerinde yeller esiyor.
Days of a Lake (Gölün Günleri) adlı 48 dakikalık estetik yapım gölün çevresinde yaşayan ahalinin kaybolmakta olan bazı geleneklerine bizi keyifle dahil ederken, koruma eşiğini yükselterek bir parçası olduğumuz doğaya dair ne varsa acilen kurtarmamız gerektiğini hatırlatıyor.
Hikayesi Uzun Yol
Osmanlı döneminde Doğu Karadeniz'den kaçıp Gürcistan'a sığınan Pontuslu Hıristiyanlar’ın ilk kafilesi sadece Türkçe konuşuyordu. Yerleştikleri coğrafya çok çetin ve çorak olduğu halde, yıllar içinde yine Pontus'tan kendilerine katılan soydaşlarıyla yeni hayatlar kurdular, çalışkanlıkları ve becerileriyle oraları bölgenin gözbebeği sayılabilecek seviyelere getirdiler.
Fakat özellikle Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra geleneksel yaşamlarının sekteye uğramasıyla bu sefer de Yunanistan'a göç başladı. Doğu Karadeniz'den göç edenlerin zamanında kurulmuş 52 köyden neredeyse hiçbiri, günümüzde eski ahalisini barındırmıyor. Yönetmen Damianos Maximov, A road with a Long History (Hikâyesi Uzun Yol) adlı belgeselle her şeye rağmen köklerine bağlılığını sürdürmüş Pontuslu'lara saygı duruşunda bulunuyor; bazılarının hâlâ kullandığı Yunanca'nın dünyadaki en antik lehçesi Pontusçaya kulak kabartmakta fayda var.
Savrulan nesil
Geçim derdiyle Almanya'ya göç etmiş ebeveynlerin çocukları aidiyet sorunu yaşamaktadır. Ne de olsa hem doğdukları ülkeyi, hem de köklerinin olduğu toprakları belirli bir mesafeden sorgulayıp, milliyetçi ve dar bakış açısına göre çok daha objektif yaklaşımlara sahipler.
Ebeveynlerinin memleketi Selanik'e dönüp okumak, kökleriyle bağlarını güçlendirmek, hatta yeni bir hayat kurmak istemelerine rağmen, Yunanistan'daki iktisadi kriz ve emek sömürüsü Almanya'ya avdet etmelerine sebep olur.
2017 Selanik Belgesel Festivalinde ilgiyle seyrettiğim, kadın psikolojisine yönelik hassas bakışlı belgesel, sıkışmışlığı, çaresizliği ve ümitsizliği birebir yansıtıyor.
Yönetmen Stella Nikoletta Drossa 114 dakikalık Drifting Generation (Savrulan Nesil) adlı eserde otuzlu yaşlarındaki beş kadını altı yıl boyunca takip ederken krizin toplumsal yönünü ayrıntılarıyla teşhir ediyor.
Huysuzlar
İzmir, Pontus, Arnavutluk ve Bulgaristan dahil olmak üzere kökleri coğrafyanın dört bir yanına uzanan beş kadın Selanik'te sadece seslerine güvenerek bir müzik grubu kurmuş. String-less adını benimsemiş olmalarının sebebi İngilizceden yola çıkarak, yaylı çalgıların eşliğine ihtiyaç duymadan sanatlarını akapella icra etmeleri, ayrıca mevzubahis adın Yunancada "huysuzlar" kelimesiyle aynı şekilde telaffuz edilmesi.
Dolayısıyla ortaya çıkan cümbüşü siz hayal edin. İlk etapta swing, dönem şarkıları ve hiciv içerikli güfteleri kabare tarzı gösterilerle sunmuş olsalar da, gruba sonradan katılan bir ferdin katkısıyla son zamanlarda folklorik eserlere daha geniş yer ayırıyorlar.
Yönetmen Angelos Kovotsos eğlenceli olması kaçınılmaz bir dille, grubun hem müzikal faaliyetlerini, hem de özel hayatlarını kıvraklıkla aktardığından, festivalde en iyi uzun metrajlı Yunanistan belgeseli seyirci ödülünü bileğinin hakkıyla aldı denilebilir. Grubun repertuarında Bendaly Family'den bildiğimiz Do You Love Me? veya Kurabiye adını taşıyan oryantal tınılı şarkılar, ayrıca Roman havaları da var.
Grup elemanlarından bir tanesinin hayat arkadaşını kaybettikten sonra daima duygulanarak okuduğu Dostum adlı türkü de grubun hayranlarınca pek seviliyor.
Hip hop kültürü
Yunanistan'ın refah yanılgısına kapıldığı 90'lı yıllarda sokak kültürünü yaşayanlar isyanlardaydı. Göçmenler özellikle Atina'nın nispeten fakir mahallelerine akmaya başlamıştı; ırkçılar onlardan özenle sakınırken kendilerini toplumdan çoktan dışlanmış gibi hisseden hip hop'çular onlarla tanışıp kültürlerine dahil etmeye çalışıyorlardı. Rap ve grafitiyle ifade bulan hareketin bazı fertleri zamanla "ehlileşti", bazıları muhalif tarzlarını radikalleştirerek sürdürüyor.
Spyros Gerousis'in yönettiği Every Single Day (Her Gün) adlı belgeselde tüketim toplumunun topa tutuluşunu, beyinleri uyuşturma politikasının iktidar ve medya eliyle yürütülürken hangi değerlerin gözden çıkarıldığını hip hop sanatçılarının ağzından dinliyoruz.
Fakat ne yazık ki erkeklerin başrolde olduğu belgeselde kadın unsurunun zayıflığı dikkat çekiyor, filmin kahramanlarından biri :" Benim kadınlarla bir meselem yok, 'taşaklısı' olduktan sonra diyecek bir şeyim olmaz…" deyiveriyor. Bir diğerinin şarkılarında sık sık kullandığı kelime ise puşt (pustis). Sözkonusu "kavram" kadın egemen String-less filminin kahramanlarından biri tarafından da puştluk (pustia) olarak rahatlıkla sarfedilebiliyor.
Elektro ud
Grek müziğinin ritmi yüksek şarkılarından, sirtakiden veya buzukinin tıngırtılarından bir süre uzaklaşmak isterseniz Lute Electric (Elektro Ud) adlı belgesel sizin için biçilmiş kaftan. Giritli Dimitris Sideris geleneksel kültürden yola çıkarak, şahsen tasarlayıp ürettiği elektro udla deneysel müzik yapıyor.
Genelde adanın terk edilmiş mekânlarına gidip sanatını emprovizasyonlarla icra ediyor, büyülü mekânın ona verdiği hissiyat, çıkardığı tınıların duvarlar ve çeşitli yüzeyler tarafından yankılanış biçimi onu yönlendiriyor.
Değerli müzisyen Serdar Ateşer'i aklıma getiren performanslar, yönetmen Vassilis Dimitriadis'in dron çekimleriyle ulvi bir havaya bürünüp seyirciyi adeta hipnotize ediyor.
Girit 1947
Almanya savaşı kaybetmiş, işgal ettiği Yunanistan'dan çekilmekteydi. Fakat Churchill liderliğindeki Birleşik Krallığın kontrolü sağlamak üzere adaya yollayacak yeterli birlikleri olmadığından, Almanya ordusu savaşı kaybeden taraf olmasına rağmen bir süre daha asayişi sağlamakla görevlendirilmişti!
Ne de olsa Girit, Osmanlı'nın çekilmesi sırasında çetin mücadele yürütmüş, eli iyi silah tutan direnişçilerle doluydu. Türkler'den kalan topraklar Girit'in büyük ailelerinin eline geçmiş, ağalığın getirdiği sınıfsal çatışma iyice pekiştiğinden zenginlerin tedirginliği artmıştı. Almanya’nın silahlarıyla kendilerini korumak üzere gizli infaz birlikleri kurdular, iç savaş patlayıp direnişçiler komünist düşmanlar olarak damgalanınca kan gövdeyi götürdü.
Peder Nikolaos Apostolakis de direnişçilere doğal bir sempati duyanlardandı; çeşitli tehditler sonrasında eşi ve çocuklarının gözü önünde evinden kaçırıldı, vahşi işkencelere tabi tutuldu ve can vermemiş olduğu düşünülen bedeni uçurumdan yuvarlandı. Amaç daha çok, ahaliye gözdağı vermekti, bunda başarılı da olundu. Yunanistan'da buna benzer binlerce olay yaşanmış olmasına rağmen, baskıcı sağcıların otoritesi hafızayı silmek üzere insanları sindirdi; bu tip hadiselerin 2017 yılında, Selanik Belgesel Festivali gibi etkinliklerde insanları şoke edebilmesi gerçekten şaşırtıcı olduğu kadar üzücü.
O yüzden de yönetmen Kostas Dandinakis Dragged Off a Cliff, Crete 1947 (Uçurumdan Aşağı, Girit 1947) adlı belgeselde pederin çığlıklarını şahsen duymuş birçok insana aynı şeyi söyletip duruyor, çünkü ülkede beyni yıkanmış inkârcı güruh devletin resmî söylemine kanıp tercihini iktidardan yana kullanmaya devam etmekte. Küçük prodüksiyonlu yapım, pederin çocuklarının da tutulan kayıtlar yüzünden özellikle üniversite yıllarında damgalanıp ayrımcılığa ve kötü muameleye tabi tutulduğunu ortaya çıkarıyor.
Fikrine danışılan bir akademisyen günümüzde IŞİD dehşetinin Giritlileri fazla şaşırtmadığını, benzer vahşet eylemlerinin adada korkutma politikasının bir parçası olarak, çok da eski olmayan mevzubahis dönemde geniş çapta kullanıldığını belirtiyor. Girit'in ağaları nesiller boyunca iktidarlarını Atina'da siyasete dahil olarak yürütmeye devam ettirdiğinden "sıradan" adalılar düşüncelerini ve bildiklerini serbestçe ifade etmekten hâlâ çekiniyorlar.
Lanetli ada Leros
Anadolu'ya çok daha yakın bir ada olan Leros'ta da aynı dönem gayet çalkantılı (!) geçmiş. Bodrum Yarımadasının tam karsısındaki Kalimnos'un kuzeyindeki adayı işgal edenler arasında en minnetle anılanlar Faşist İtalya'nın askerleri. Mussolini'nin Afrika'daki sömürge hayallerine hizmet etmek üzere açılan dev deniz üssünde ada ahalisinden çok daha yüksek sayıda asker görevlendirildiği gibi On İki Ada'da Faşist mimariye uygun olarak sıfırdan inşa edilen tek mahalle de Leros'ta, Tsighadhas Paşa'nın köşkünün tam karşısında.
İtalya savaştan çekilip adaya İngiltere ordusu mensupları gelince ortalık karışmaya başlamış, Almanya Leros'u bombalayıp ele geçirince adalıların hayatı iyice kararmış. 2. Dünya Savaşı bittiğinde kontrol tekrar Birleşik Krallığın eline geçmiş, Almanya'nın silahları Yunanistan için savaş ganimeti sayılabilecekken İngilizler tarafından çöplük olarak kullanılan denize boşaltılmış. Adalı şirin bir yaşlı, "Aynı silahları sonra onlardan satın alalım diye!" diyor, bir diğeri İtalya’nın adayı terkederken seslendirdiği şarkıyı Rum şivesiyle, güftesinde hiçbir aksaklık olmadan söylüyor.
Derken, İtalyanlardan kalan devasa bir koğuş binasını Yunanistan kralı Pavlos teknik liseye dönüştürüyor, cuntacı generaller ise siyasi muhaliflerin sürüldüğü bir hapishaneye.
Cunta bittiğinde bu sefer de Yunanistan için yüzkarası olarak kabul edilen tımarhaneye evsahipliği yapıyor aynı bina; ta ki İtalya'dan gelip gizlice binaya sızan kadın fotoğrafçı Antonella Pizzamiglio durumu Avrupa Birliği'nin bir ayıbı haline getirene kadar.
Günümüzde ise aynı mekânlarda AB'ye sığınmış binlerce mülteci var, dikenli tellerin arkasında yaşadıkları için hangi şartlarda tutuldukları adalılar tarafından pek bilinmiyor.
Yönetmen İoanna Asmeniadou-Phokas Portolago - Ghosts in the Aegean (Portolago - Ege'de Hayaletler) adlı filminde geleneksel tarih belgesellerinin dilinden pek uzaklaşmıyor, fakat genelde keyif çatmak için gidilen komşu adalarına daha geniş bir bakış atmamıza kesinlikle yardımcı oluyor, Mussolini'nin anısı olarak ayakta kalıp orijinaline tamamen uygun restore edilmiş ve halen hizmet vermeye devam eden sinema salonuna gösterilen saygı da cabası. (MT/EA)