"Allah! Allah!" dedi Raziye, bir takdir nidası olarak, ben içten içe biraz utanıp sıkıldım. Masaya, çok da büyük olmayan bir istakoz uzun bir bekleyişin ardından sonunda gelmişti. Eşim Raziye'nin sık sık kullandığı bir ifade değildi bu, fakat büyük bir olasılıkla geldiğimiz günden beri fiyatların yüksekliğine sinirlenerek, adanın speyalitesi olmasına rağmen istakoz yememeye karar verip ortamı gerdiğim için kendini olağanüstü bir biçimde ifade edip beni de rahatlatmaya çalışıyordu.
Tatile çıkmıştık, güneş batışına nazır, salaş olduğu kadar nezih bir restoranda oturuyorduk ve de coğrafyanın sunduğu nimetlerden bir şişe retsina eşliğinde yararlanmamız doğaldı. Bir balıkçı ailesinden gelip deniz ürünlerini parayla satın almama alışkanlığımdan arada sırada sıyrılmam hepimizin hayrına olacaktı…
Derken "Allah Allah!" deme sırası bana gelmişti, fakat bu defa şaşırma nidası olarak: Ertesi gün adanın tek köyünden 10-15 dakikalık bir yürüyüş mesafesinde, taş kaplanmış bir patikayla ulaştığımız sakin plaja sahil güvenlik botu yaklaşıyordu.
Şişme botun içindeki üç adet memurdan bir tanesi önde, dimdik duruyor ve kendine bir muhatap bulmak için bakışlarıyla sahili tarıyordu. Ben ayaktaki Raziye'nin arkasında kuma yayılmış peştemalime oturarak mayomu giyiverdim, o zaten hiç çıkarmamıştı. Denizin kumla buluştuğu çizgide yürümekte olan İtalyan çiftten kadın da bikinisinin üstünü çoktan giymişti.
Denize en uzak durmalarına rağmen kabak, gey çiftten vücudu gayet yapılı olanının başına patladı. Memur onu, önce seslenerek, fayda etmeyince el hareketiyle "Evet sen! Gelir misin?" diye yanına çağırdı. Adam "Ben mi?" derken ne kadar şaşırdığını ve vaziyeti aslında çok saçma bulup direndiğini belli ediyordu. Yine de isteksizce, vücut hatlarının tüm güzelliklerini cömertçe teşhir eden ve iyice bronzlaşmış teniyle müthiş bir kontrast oluşturan cam göbeği rengindeki küçücük mayosuyla bota yaklaştı.
Tabii hava rüzgârlı olduğu için aramızdaki mesafe çok büyük olmamasına rağmen konuşulanları tam olarak duyamıyordum. Yine de denize çıplak girmenin yasak olduğunu, buranın bir aile plajı olduğunu, kendisine verilen bilgileri plajdaki tüm insanlara yayması gerektiğini duydum. Fakat Raziye benim şaka yaptığımı sandığından bilgileri doğrulatmak için bot uzaklaştıktan sonra azarı yemiş adama yaklaşıp sözlerimi teyit ettirmek zorunda kaldı: "Nasıl yani? Türkiye'den Yunanistan'a gelip ‘aile’ uyarısı alacağımız hiç aklıma gelmezdi, hele bu zamanda!" dedi Raziye.
Meğerse eskiden orası resmen çıplaklar plajıymış, fakat Avrupa Birliği parasıyla yapıldığını tahmin ettiğim patika döşendikten sonra orası "aile" plajı olmuş. Oysa adalı bir gençten duyduğum kadarıyla, bir zamanlar oraya kıç dikizlemeye gidilirmiş. Raziye bir hafta sonra memlekete döndü, ben çok daha uzak sahillere kendimi attığım için o plaja pek yüz vermedim, fakat İtalyan turistlerden duyduğum kadarıyla uyarılar Ağustos'un ilerleyen haftalarında da sürmüş. Sahil güvenlik memurlarının yapacak fazla işi yoktu herhalde!
Geçen yaz Andros adasına gidip tüm sahillerde kalabalıklara, şemsiye ve şezlonglara, basit de olsa bar ve oradan yayılan müziğe maruz kalmıştım; 15 sene önce gittiğim Psara'yı tekrar ziyaret etmeyi düşünürken o yüzden tedirgindim aslında. Fakat baştaki tatsız episot dışında keyfimce bir tatil yapmayı başardım, dört haftayı dolu dolu devirdikten sonra bile eve dönesim yoktu.
Eskiden İstanbul'un Prens Adalarında olduğu gibi sarıya kaçan renkteki ince beton tabakayla kaplı yollarda çıplak ayak yürüdüm, sadece keçilerin dolaştığı mıntıkalarda geven dikenlerinin üstünden zıplayarak bomboş sahillere ulaştım. Kasvetli kayaların gölgesinde mütemadiyen esen poyrazdan ve güneş ışınlarının hışmından kendimi korudum. Adalıların Saini (Şahin) ve Yeraki (Doğan) dedikleri kuşlar tepemdeki varlıklarını tiz çığlıklarıyla daima hatırlattı; her gün dalından koparıp yediğim onlarca inciri eşekarılarıyla paylaştım, bir de zaman içinde bana alışan genç bir tekeyle…
Bazı günler tek sohbet ettiğim insan bir çobandı. Genelde akşam üzerileri denize girmek için gittiğim sahile varmadan önceki arazide koyunlarını otlatıyordu; hatta iyice olgunlaştığına karar verdiğinde, etrafı çitle çevrilmiş, şahsen işlediği arpa tarlasına saldı onları, kademeli olarak üç gün boyunca afiyetle yediler, onlar gittiğinde kargalar üşüştü…
Yemeğimi, kiraladığım mütevazı pansiyon odasında pişirip yediğim için köyde gezinmek zorunda kalmadım, kümes yumurtası ve Midilli'den gelen küçük endüstri ürünü kaymaklı yoğurtlar dahil, her türlü ihtiyacımı Kiria Dhespina'nın dağınık bakkal dükkânından tedarik ettim. Köyün tek fırına sahip olması tekelciliğin negatif yönünün ispatı gibiydi. Ne yazık ki küçük boy pet şişeler Türkiye'de olduğu gibi doğada yok olan malzeme muamelesi görüp ortalığa atılıyordu, bir de ülkenin alametifarikası "kafe frappe'"lerin kapaklı plastik bardakları!
Küçücük adadaki varlıkları beni başından beri rahatsız eden rüzgâr türbinlerinin altından geçmek zorunda olmak da epey ürkütücü bir deneyimdi. Fakat onlar aşıldıktan sonra adadaki Miken yerleşimine veya Batı'ya bakan en muhteşem kumsala ulaşılabiliyordu. Kuzeye dönük sahillerde ise üstünde Türkçe yazılar bulunan atık ambalajlar gayet geniş bir spektrum oluşturmaktaydı.
Eylül'ün ilk Pazar gününün sabahı, adanın genelde boş duran iskelesinin en ucuna yanaşmış, iki direkli büyükçe bir yelkenli farkettim. Güvertesinde kimse dolaşmıyor, koyu renkli gövdesiyle rüzgârın iyice azaldığı sessiz limana tehditkâr bir hava yayıyordu. Rahmi Koç'un dünya turu attığı tekneye epey benziyor diye düşündüm ama yaklaşıp bu bilgiyi teyit edecek değildim, adada geçireceğim son Pazar gününü kendimi doğada yine maceraya atarak değerlendirecektim.
Tam türbinlerin altındaydım ki eski model bir Nida Lava yanımdan geçerken işaret ettim, durdu: " Nereye gidiyorsun?" diye sordu yaşlıca şoför, "Nereye olursa!" dedim. Ayıp olmasın diye tişörtümü giymeye çalışırken:"Yalnız çabuk ol, acelem var, heyet karşılayacağım!" dedi, koltuğa üstüm çıplak zıpladım.
Meğerse limandaki yelkenli Metaxa konyak markasının yaratıcılarınınmış, her sene aynı dönemde ailece gelip işletmenin kurucusu olan adalı büyükdedelerinin anısına düzenlenen ayine katılacaklarmış. "İstersen benimle manastıra kadar gelebilirsin!" dedi adam, memnuniyetle kabul ettim, ne de olsa daha önce adanın en yüksek tepesi 512 metrelik Profitis Ilias tepesinin arkasındaki manastırın kapısına kadar gitmiş, kapalı olduğu içine girememiştim. Kısa sürede manastıra ulaştık, şık giyimli ve heyecanlı zangoç beni karşıladı, Metaxalar'dan olmadığımı anlayınca mekânın her köşesinde serbestçe dolaşabileceğimi söyleyerek beni yalnız bıraktı, hatta olağanüstü günün hoyrat duygularıyla olsa gerek, normalde yasak olmasına rağmen kilisenin içinde fotoğraf çekebileceğimi de söyledi. Ayrılmadan önce kabul odasına uğramayı ihmal etmememi tembihlerken, soğuk su eşliğinde lokum ikramında bulunacağını taahhüt etti.
Kilisenin içine girdiğimde burnuma gelen tütsünün kokusu bir anda benliğimi sardı, "Ne güzel kokuyor!" derken gözyaşlarım fışkırdı. Belki de Burgaz'da çok eskiden, veya İmroz'da (Gökçeada) bulunduğum bir ayini hatırlıyordum. Manastırın açık olan her köşesini ziyaret ettim, bir süre sonra kalabalıklaşan kabul odasından daha çok uzo kokuları geliyordu, kimseye bir şey söylemeden mekândan sessizce ayrılıp kendimi rampadan aşağıya saldım, iki gün sonra adadan ayrılacaktım, daha keşfetmediğim birçok mıntıka vardı…
Son sabah güneş doğarken limanda bekleyen adanın medarıiftiharı Psara Glory'ye binip Sakız adasına doğru yola koyuldum. Yunanistan'da AB bereketinin (!) yaşandığı yıllardan çok önce, 80'lerde Danimarka'da inşa edilmiş şirin gemi Ege'yi boydan boya kateden, büyük olduğu kadar şekilsiz gemilerin yanında bir masal kahramanı gibi duruyordu. Ayrıca AVM'leri andıran salonları, papyonlu görevlileri, yürüyen merdivenleri, uluslararası yemek zincirlerine bağlı restoranlarıyla sınıf atlamak isteyenlerin gözdesi bir gemiyle adaya varmanın rövanşını almam gerekiyordu, lüks görünüme rağmen bakımı ihmal edilmiş havalandırma sistemine maruz kalmış olmanın da! Sakinleşmiş Eylül denizindeki dört saatlik yolculukta ayrılığın hüznünü uzun sohbetlerle bertaraf ettim…
Raziye'nin beni niye utandırdığına gelince, adanın Yunanistan Bağımsızlık Savaşına katılmasından sonra Osmanlı donanması adayı kuşatmış. 4 Temmuz 1824 günü yerleşimin eski kalesi Paleokastro'ya sığınan, çocuklarla kadınların da dahil olduğu ada halkı üzerinde "Ya hürriyet ya ölüm" yazan bir bayrak dalgalandırmış. İki bin Osmanlı askeri kaleye dalınca adalılar üzerlerinde durdukları adanın cephaneliğini havaya uçurmuş, böylece kendileriyle beraber düşmanlarını da yok etmişler. O zamanlar yedi bin kişinin yaşadığı söylenen adanın bugün 500'e yakın sakini var. Tabii bunun sebebi Osmanlı'nın laneti mi, yoksa son yılların kaçınılmaz gibi görünen kente göç dalgası mı, bilinmez. Ama kesin olan bir şey varsa o da çat pat Rumca konuşmasam bu Yunan adasında kendimi bu kadar şefkatle sarmalanmış, afyon yutmuşçasına Burgazada'da geçen çocukluğuma dönmüş gibi hissetmem mümkün olmazdı. Psara adasında Türkiye'den gelenler hoş karşılanmıyor mu diye soranlara evet diyemem, ama ucuz "kardeş" edebiyatının ne olduğunu biliyorlar… (MT/HK)
* Fotoğraflar: Murat Türker