*Fotoğraf: Floransa Belediye Başkan Yardımcısı ve meclis üyeleri, von der Leyen'a yapılan nezaketsizliği protesto etti.
Söylenene göre Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, mühim ve güç görüşmelerden önce fuşya ceketini giyiyor. Ankara ziyaretinde yine üzerinde daha önceden defalarca kez giydiği fuşya ceketinin olması dikkat çekiciydi. Türkiye ziyaretinde salonda nereye oturacağını bilemeyen Alman politikacının ağzından şaşkınlığı karşısında yalnızca bir Almanca şaşırma ünlemi olan "Ehm" sesi çıkabildi. Kısa zamanda yayılan görüntüler, Avrupa’da gündeme oturdu ve AB-Türkiye ilişkilerinin "ehmleşmesi" yorumları yapıldı.
Fuşya ceketiyle ayakta kalan von der Leyen’in görüntüsü, Türkiye’nin tam da İstanbul Sözleşmesi'nden çekildiğini açıklamasının ardından geldi ve elbette sembolik olarak önem taşıyor. Politik eğilimi fark etmeksizin Avrupalıları epey kızdıran görüntülere en sert tepki ise Roma’dan geldi ve İtalya Başbakanı Draghi "diktatör" olarak nitelendirdiği Erdoğan'ın von der Leyen'i küçük düşürdüğünü söyledi.
Türkiye’nin İtalyan devlet şirketi Leonardo ile yaptığı 70 milyon euroluk helikopter satış anlaşmasını askıya almasını La Repubblica gazetesi "Draghi’ye Erdoğan’dan özür diletmek için savrulan bir tehdit" şeklinde yorumlasa da Başbakan'ın ofisinin bulunduğu Chigi Sarayı sessizliğini korumaya devam ediyor. Avrupa Merkez Bankası başkanlığı görevini yapmış olan Başbakan Draghi’nin eski bir arkadaşından gelen açıklama, Draghi’nin üslubunu daha anlaşılır kılıyor: "Bir gecede merkez bankası başkanını avlayan ona göre bir diktatördür. Ve bu nerede oldu? Türkiye’de. Üstelik bir kez de değil."
Peki koltuk düzeni nasıl olmalı?
Teoride AB antlaşmasının 13. maddesine göre, Komisyon kurumlar arası hiyerarşide dördüncü sırada geliyor. Öncesinde Konsey, Parlamento ve Avrupa Birliği Zirvesi var. Pratikte ise AB’nin yürütme kurumu olan Komisyon’un Başkanı bir nevi AB’nin başı gibi görülüyor. Brüksel ise her iki kurumun başkanının devlet başkanı muamelesi görmesini istiyor. Bu durumda örneğin 2015’te Antalya’da gerçekleşen G20 toplantısında yapıldığı gibi üç tekli koltuk yan yana konulabilirdi.
Fakat Fransa'nın daha önce İsrail, BM ve ABD'de büyükelçiliğini yapmış olan diplomat Gerard Araud da Twitter hesabından yaptığı paylaşımda, yaşanan olayda Türkiye’nin sorumluluğu bulunmadığını belirterek "Türkiye harfiyen AB'nin protokolünü uygulamıştır" ifadesini kullandı. Türk yetkililer de AB protokolünü takip ettiklerini ifade etti. Öyle ki, ziyaret öncesi Konsey Başkanı Charles Michel’in diplomasi ekibi Türkiye’ye gelmiş ve gerekli ayarlamaları yapmıştı. Diğer yandan, von der Leyen’in ekibi pandemi sebebiyle Brüksel’de kalmıştı. Teorik tartışmalar bir yana, koltuk krizinin dışarıdan yansıması ne şekilde oldu, neler konuşuldu, bir bakalım.
Cinsiyetçilik mi güç gösterisi mi?
Koltuk krizinin yansımaları dışarıda farklı şekillerde okundu. Öncelikle, Ursula von der Leyen’e yapılan muamelenin onun kadın olmasından ileri geldiğini öne sürenlere göre, Türkiye’nin kadına verdiği değer "bu". Konsey Başkanı Charles Michel’in kameralara yansıyan kayıtsızlığı da kendisini bir anda eleştiri oklarının karşısında bulmasına sebep oldu. Avusturya eski şansölyesi Christian Kern, Michel için "şaka" derken, Konsey Başkanının istifa etmesi için imza kampanyası düzenlendi ve binlerce imza toplandı. Michel, Facebook hesabından paylaştığı bir mektupla tüm bu olanlar nedeniyle "Geceleri uyuyamadığını" söyledi.
Pek çok Avrupalının gözünde Erdoğan, yalnızca Ursula von der Leyen’i küçük düşürmekle kalmadı ama aynı zamanda "Zaten orada onlar kadınlara böyle davranır" yargısının da hatırlanmasına sebep oldu. Belki de tam bu sebeple, Charles Michel’in uykuları kaçıyor olmalı. Pek çoğuna göre Belçikalı politikacının kayıtsız tavrı Erdoğan’ın nezaketsizliğinden beterdi, bu tavır ona hiç yakışmadı. Bir Avrupalı olarak doğrusunu göstermeli, kalkıp von der Leyen’e koltuğunu vermeliydi. Erdoğan'ın von der Leyen'e yönelik muamelesinden ötürü duyulan öfke feminist terminolojiyle desteklense de, alt metin, Avrupa toplumunu saran İslamofobiye aşina olan herkes için açık ve nettir. Bir kadın politikacıya böyle bir muamele Avrupa’da gösterilmezdi çünkü her şeyden önce Avrupa kültüründe eşitlik vardır. Bu sebeple, bu muamelenin bir kadın olarak von der Leyen’e değil, onun temsil ettiği Avrupa kültürüne ve değerlerine yönelik bir küçümseme hareketi olduğu da ifade edildi.
Fakat hakim Avrupa algısının aksine, bir diğer görüş bu muamelenin esas olarak kadınlara saygısızlık değil, güç hakkında olduğu yönünde. Angela Merkel hiçbir zaman Erdoğan’ın üçlü koltuğuna sürülmedi. Neden? Çünkü Erdoğan kendisini ve gücünü ciddiye alıyor. Ne Michel ne de von der Leyen (unvanlarına rağmen) fazla güce sahip olmadıkları için, onları aşağılamak Erdoğan gibi biri için çok daha çekici. Tabanını memnun ediyor ve sıfır olumsuz risk taşıyor. AB bu konuda ne yapabilir ki? Michel ve von der Leyen bile bilmiyor gibi görünüyor. Olaydan bu yana, "protokol" kazası için birbirlerini ve yardımcılarını işaret etmekle hayli meşguller.
Son olarak, bir başka görüş ise Ursula von der Leyen Komisyon başkanı olarak Birliği temsil ettiği için bu muameleyle Türkiye’nin Birlik’i önemsemediğini açıkça sergilediği yönünde. Ayrıca von der Leyen’in konuşmasında tutuklu siyasetçi Selahattin Demirtaş ve iş insanı Osman Kavala’dan bahsettiği için cezalandırıldığı da yazılanlar arasında.
İşbirliği yapılması gereken bir ‘diktatör’
İtalya Başbakanı Mario Draghi göreve geldikten sonra parlamentoda yaptığı ilk konuşmasında uluslararası ilişkiler alanında izleyecekleri politikalardan bahsederken "Türkiye ile Avrupa Birliği arasında daha adil bir diyaloğun" tesisi için çaba gösterilmesini de saymıştı. Avrupa Birliği ülkeleri içinde İtalya, bugüne değin Türkiye'yle yakın ilişkileri sürdürme eğilimiyle öne çıktı. Bu eğilim geçen hafta, İtalya Başbakanı Draghi’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan için "diktatör" tanımlamasında bulunmasıyla değişmişe benziyor. İlk kez Avrupalı bir devlet başkanı kafa karıştırmaya müsade etmeyecek bir şekilde Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’a diktatör demiş oldu.
8 Nisan’da Başbakan Draghi, yaptığı konuşmasında "Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bu tutumuna kesinlikle katılmıyorum, uygun olmadığını düşünüyorum. Komisyon Başkanı Von der Leyen'ın maruz kaldığı aşağılama beni çok üzdü. Fakat burada üzerinde durmamız gereken bir şey var: Adını koyalım, bu 'diktatör' diyebileceğimiz kişilere ihtiyacımız da var. Ülkemizin çıkarları için iş birliğine de hazır olmalıyız" dedi.
İtalya gündemine bomba gibi düşen bu sözlerin ardından, Draghi’ye "kimsenin söyleyemediğini söylediği" için destek olanların yanı sıra, kendisini "diplomasiden yoksun" bulanlar da azımsanmayacak sayıda. "Süper Mario" lakaplı Draghi bir politikacı değil fakat oldukça tecrübeli ve siyaseti iyi biliyor. Bu senenin başında Başbakanlık görevine getirildiğinde "Euroyu kurtaran adam"dan şimdi Brüksel’den gelecek olan cömert yardımla İtalya’yı kurtarması isteniyordu. Belki bu sebeple, geçmişte bir başka başbakan söyleseydi infial yaratacak olan sözler, Süper Mario’nun ağzından çıktığında kendisine cesaretinden ötürü alkış tutuluyor. Hakim olan kanıya göre o bir şey diyorsa ya da yapıyorsa, muhtemelen en iyisini biliyordur. Öte yandan Draghi’ye aşırı sağ da destek çıkıyor ve aşırı sağcı Salvini’nin partisi Lega kendisine destek için geçen hafta Roma’da bulunan Türk Büyükelçiliği önünde bir eylem düzenledi. Akabinde eylem organizasyon eksikliği nedeniyle iptal edildi.
Fakat atlanmaması gereken çarpıcı bir nokta var ki, o da Draghi’nin cümlesinin ikinci kısmında geçen "o bir diktatör, ama işbirliğine ihtiyacımız var" sözleri. İtalyan Solu partisi lideri Nicola Fratoianni’ye göre Draghi'nin Erdoğan'ı diktatör olarak tanımlaması güzel bir haber. "Ama ona ihtiyacımız var" demesi ise utanç verici ve kabul edilemez. Draghi kendisini "diktatör" olarak görmesine rağmen neden Erdoğan ile işbirliği yapmak istiyor? Sebepler iki kategoride özetlenebilir: Ekonomik çıkarlar ve jeopolitik stratejiler. OEC verilerine göre 2019 yılında Türk firmaları İtalya'ya 10,1 milyar dolar değerinde ihracat yaptı. Diğer yandan İtalyan şirketler Türk limanlarına 9,4 milyar dolarlık ihracat yaptı. İtalya, Türkiye'ye ihracatta dünyada dördüncü, AB içinde ise Almanya'dan sonra ikinci sırada yer alıyor.
Greenpeace'in bir araştırmasının da işaret ettiği gibi, Türkiye 2019'da İtalya’dan en çok plastiği alan ülkeydi. SIPRI'nin son raporuna göre, 2016-2020 yılları arasındaki savaş malzemesi ihracatının yüzde 18'i (en büyük pay) Türkiye'ye gerçekleşti.
İşbirliği göçmenler mi?
Draghi’nin sarf ettiği bu sözler son yıllarda AB’nin Türkiye’ye bakış açısının bir özeti sayılabilir. Çünkü Libya’dan Doğu Akdeniz’e, Suriye’den göçmen meselesine kadar, ilişkileri ilgilendiren her mevzuyla yakından alakalı. İnsan hakları ihlalleri, hukukun üstünlüğünü yitirmesi, demokrasinin zayıflatılması gibi konular her ne kadar AB tarafından "endişeyle, kaygıyla ve üzüntüyle" takip ediliyor olsa da işbirliği hiçbir zaman aksamıyor. İtalyan Il Fatto Quaditione gazetesi "4 milyon göçmeni sınırları içinde tutmaları için 6 milyar euro ödediğimiz Türkiye’ye ihtiyacımız var" yazıyor. AB Komisyonu Başkanı Charles Michel, ayakta kalan Ursula von der Leyen’e neden sahip çıkmadığı sorulduğunda "Herhangi bir tepki, ziyaretimizi hazırlayan uzun diplomatik çalışmayı baltalayabilirdi. Son aylarda Akdeniz'deki gerilimler bizi gerçekten endişelendirmişti. Ziyaretin amacı Türkiye ile olumlu bir diyaloğu yeniden başlatmaktı. Umarım bir noktada toplantının özüne döneceğiz: Gümrük Birliğinin modernizasyonu, ekonomik işbirliği, bölgesel istikrar" diyor.
Kimine göre Draghi diktatör çıkışıyla AB’ye olan minnetini ve bağlılığını kanıtlamak istedi. Fakat Avrupalı devlet başkanlarının ve AB kurumlarının sessiz kalması Draghi’yi sahnede şimdilik tek başına bırakmışa benziyor. Bu sessizlik eğer Birlik’in dağınıklığına işaretse, Draghi'nin sözleri üzerine Türkiye'nin İtalya'ya misilleme yapması diğer üye ülkeleri mutlu bile edebilir.
(ES/NÖ)