“Cinsel devrim, patriyarkanın başlıca kurbanı olan kadınların kurtuluşu ve eşcinsellerin maruz kaldığı zulmün son bulmasıyla başlayacaktır.”
Kate Millett
İyisi mi sondan başlayayım. Kate Millett’le tanıştığım tarih Zulüm Politikaları‘nın yayımlandığı 1998 Kasım’ı. Metis Yayınevi Kate’i bu vesileyle Istanbul Kitap Fuarı’na davet etti. Kitabı ben çevirmiştim. Kate’den olumlu cevap gelince havalara uçtum. Müge’yle (Sökmen) onu karşılamaya gittik. Nasıl olduysa gecikmiştik. Kate havaalanından çıkmıştı. Kalabalığın ortasında Alice Harikalar Diyarı’ndan bir karakter gibi şaşkın şaşkın etrafına bakınıyordu.
Kate Istanbul’da geçirdiği on gün zarfında doğal olarak medyanın ilgi odağı oldu, kimi dergilerde ve gazetelerde röportajları yayımlandı. Istanbul Kitap Fuarı’nda ve İçgörü Psikiyatri Derneği’nde konuşmalar yaptı.
Bunlar içinde, gerek politik açıdan gerekse kapsadığı konuların çeşitliliği bakımından Pazartesi Dergisi’nin Aralık 1998 tarihli, 45. sayısında Ayşe+ Gülnur+ Nesrin’in Kate Millett’le yaptıkları röportajın çok doyurucu olduğunu belirtmeliyim.
Kate’in hayatına dönecek olursam 14 Eylül1934’te Minnesota’da dünyaya geldi. İrlandalı Katolik bir ailenin üç kızının ortancasıydı. Kate küçüklüğünde hep şiddete tanık oldu. Bu şiddetin faili olan baba, Kate henüz 14 yaşındayken, karısını ve kızlarını terk etti. Lise mezunu olan anneleri onları okutabilmek ve geçimlerini sağlayabilmek için patates soyma aleti tanıtımı dahil, çeşitli işler yaptıktan sonra bir sigorta şirketinde iş buldu. Zaman içinde kendi şirketini kuracak kadar yetenekliydi.
Kate çok başarılı bir öğrenciydi. Oxford Üniversitesi İngiliz Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Bir süre New York’ta iş aradı. İş için baş vurduğu yerlerde kendisinden diploması yerine dakikada kaç sözcük daktilo edebildiği soruluyordu. Bunun üzerine resim ve heykeltraşlık çalışmak üzere Japonya’ya gitti (1961).
Japonya’da heykeltraş Fumio Yoshimura ile tanışan Kate iki yıl sonra onunla birlikte Amerika’ya döndü. Fumio Amerika’ya ayak bastığında, Japonya’da inşaat işçilerine sanat dersleri vermiş olmaktan dolayı pasaport görevlilerince komünist olmakla suçlandı. Ayrıca evli olmadıkları için de eleştirilere maruz kalıyorlardı. Asıl önemli olanın birbirini sevmek ve birbirine bağlı olmak olduğunu savunan Kate’le Fumio, resmi makamlar Fumio’ya oturma izni vermeyince çözümü evlenmekte buldular (1965). Bu evlilik sonraki yıllarda son bulduysa da, dostlukları ve dayanışmaları Fumio’nun 2002’deki ölümüne kadar devam etti.
Altmışların sonu ve yetmişler son derece hareketli yıllar. Vietnam Savaşı sürerken savaş karşıtı protestolar almış yürümüş, öte yandan Siyahlar’ın vatandaşlık hakları + yeni oluşmaya başlayan kadın hareketi de giderek büyümekte. Kate o tarihlerde bir yandan Columbia Üniversitesi’nde doktora çalışmalarını sürdürürken diğer yandan Barnard College’da İngilizce dersleri veriyor ve haftanın her akşamı bir toplantıya katıldığı gibi pazarları da iki toplantıya katılıyor.
1966’da Ulusal Kadınlar Örgütü (NOW) eğitim birimi başkanı
1968’de doktora tezi olan “Cinsel Politika”yı ilk kez Kadınların Kurtuluşu Grubuyla paylaşıyor.
Aynı tarihte Barnard’dan atılıyor. Öğrencilerden yana tutum aldığı ve fakülte toplantılarında güneş gözlüğünü çıkarmadığı için!
1970’te Cinsel Politika (Sexual Politics) yayımlandı. Feminist bir manifesto niteliğindeki Cinsel Politika, kadınlarla erkekler arasında ezelden beri süren savaşın politik bir çözümlemesidir.
“Toplumsal düzenimizde inceleme konusu yapılmayan ve hatta farkına bile varılmayan (oysa kurumlaşmış bir nitelik taşıyan) özellik, erkeklerin kadınlar üzerindeki egemenliğinin doğuştan hak edilmiş bir üstünlük olarak kabul edilmesidir. Bu yolla son derece şeytani bir “iç sömürü” sistemi hayata geçmiştir. Bu sistem her türlü ırk ayrımcılığından ve sınıfsal bölünmeden daha kesin, daha katı ve daha süreklidir. Şu sırada zararsızmış gibi görünse de, cinsel egemenlik, kültürümüzün en yaygın ideolojisi olarak sürmekte ve temel güçlülük kavramını oluşturmaktadır. Zira toplumumuz , tüm öteki tarihsel uygarlıklar gibi, patriyarkal bir toplumdur.”
Cinsel Politika’da zengin tarihi ve antropolojik bilginin yanı sıra Freud’un kuramlarının kadın düşmanlığına dayandığına ilişkin derinlemesine bir analiz de mevcut. İlk kez feminist bir bakışla edebi bir eleştiri yapılarak, D.H. Lawrence, Henry Miller ve Norman Mailer gibi erkek yazarların eserlerindeki kadınları aşağılayıcı üsluba dikkati çekiyor. Cinsel Politika günümüzde de radikal feminist teorinin klasik bildirisi durumundadır.
Burada bir parantez açıp, Pazartesi’deki söyleşiden bir bölüm aktarmak istiyorum.
“İkinci Cins’le Cinsel Politika arasındaki farkı nasıl tanımlarsınız?” sorusuna Kate, “Bu iki kitap çok farklıdır. Simon de Beauvoir, kitabımın çoğunu çaldın, diye benimle dalga geçerdi,” dedikten sonra ekliyor: “Felsefi olarak de Beauvoir’ın kitabı çok büyüktü, içinde dünya tarihi vardı. Fikirler, kavramlar…Kitap iki dünya savaşı arasında kadın hareketinde yaşananların bir özetiydi.”
Pazartesi, Cinsel Politika’nın daha politik bir kitap olduğunu, politik bir teori geliştirdiğini o yüzden İkinci Dalga’nın eğilimlerini daha iyi yansıttığını ileri sürüyor.
Kate, “Bu doğru olabilir,” diyerek devam ediyor: “Ben o sırada bir sürü grupla çalışıyordum, sürekli gösterilere katılıyordum. Simon de Beauvoir kitabını yazdığında sokaklarda tek bir gösteri bile yoktu, çok yalnızdı bunu yazarken. Bu kitabı yazdığı için lanetlendi. Büyük bir dışlanmayla karşılaştı. Ben bunları yaşamadım. Benim için her şey daha kolaydı. Etrafımda yoldaşlarım vardı. Sürekli teori tartışıyorduk. O yüzden kendimi kuşağım adına yazıyor gibi hissediyordum. Hep sokaklardaydık, hep gösteri yapıyorduk. Yasalar değişebilirdi. Bazı yasaların değiştiğini görüyorduk. Daha önemlisi yapısal bir değişiklik olabileceğinin ümidi vardı. Bunun kısa zamanda olabileceği düşüncesi vardı.”
Kitap birkaç ay içinde 80 bin adet satılıyor. Kate arzusu hilafına bir medya starı oluyor. Time dergisi onu kadınların kurtuluş’nun Mao Tse-tung’u olarak lanse ediyor. Ne var ki o lider olma hevesinde değil. Bu zaten hiyerarşiye karşı çıkan hareketin ruhuna da aykırı. Ağzının içine sokulan mikrofonlardan rahatsız. “Kadın hareketinin geleceği hakkında ne söyleyeceksiniz?” “Ne bileyim ben kadın hareketinin nereye gittiğini. Ben yönetmiyorum ki!”
Kate, patriyarkal bir dünyada kadınların hayatlarını nasıl yaşadıklarına odaklandı. 1970’te dar bütçeli belgesel bir film yaptı. Üç kadının gündelik hayatlarını feminist bakış açısıyla ele aldı. Kate aynı zamanda kadınlar arasındaki farklılıkları da göz ardı etmemekten yanaydı. Bu farklılıkları “sahte bir kızkardeşlik” maskesi altında gizlemeye karşıydı. Millett’in daha sonraki çalışmalarının temelinde de insanların yaşadıklarını, tecrübelerini anlama/kavrama arzusu yatar. The Basement – 1979 (Bodrum katı) 1960’ların başında, evinin içinde işkenceyle öldürülen Sylvia Likens adındaki genç bir kızın hikâyesidir. Yıllarca bu dehşet verici olay Kate’in zihnini işgal etmiş, yaptığı bir dizi heykelin de ana teması olmuştu. Kate, patriarkal toplumlarda kadınların cinselliğinden korkulduğu ve bu yüzden suçlandıkları için daima tecavüz ve öldürülme riski altında oldukları düşüncesindedir ve Sylvia’nın başına gelenler tüm kadınların başına gelebilir, ki bu genelleme günümüzün de bir gerçekliği ne yazık ki.
Sokak Kadınları (The Prostitution Papers, 1973) Türkiye’de 1974’te Payel Yayınevi’nce 1975’te basıldı, Ocak 1996’da ikinci baskısını yaptı. Tıpkı Cinsel Politika’nın 1973 gibi erken bir tarihte basılıp ikinci baskısını 1987’de yapmış olması gibi. Sokak Kadınları’nın arka kapağında Kate’den bir alıntı var, “Birilerini sevmek, onları tanımak istemektir. Birbirimizi öğrenip tanıdığımız ölçüde bugüne değin bizleri ayırmak için kullanılmış binlerce ayrımı algılayabilir, giderek kendi düşsel yaşamımızla kaynaştırabiliriz. Böylelikle, dört bucaktaki kadınların deneyimi hepimizin ortak malı olur, hepimize aktarılan bir miras olur ve bu erkekler dünyasında kadın olmanın ne demek olduğunu iyice anlarız.”
1974’te yayımlanan Flying (Uçmak)‘ta Kate, parmak ısırtan bir içtenlikle, Cinsel Politika’nın çıkmasıyla hayatının temposunun hız kazanıp nasıl da alt üst olduğunu anlatır. Bu, otobiyografik edebiyat türü içinde, örneğine az rastlanan bir itirafnamedir.
1977’de yayımlanan Sita ise gene hayatından bir kesit olup hüsranla son bulan bir aşkın hikâyesidir. İç burkucu mahrem bir otobiyografi. Sita ateşli, baştan çıkarıcı, zarif olduğu kadar şehvetli, başından birkaç evlilik geçmiş ve yetişkin çocukları olan bir kadındır. Kate’den on yaş büyük. Fırtınalı bir ilişki. Kate onunla hayal bile etmediği bir bahtiyarlık yaşarken, hep eksikliğini hissettiği emniyete de kavuştuğunu hisseder. Buna rağmen ayrılık kaçınılmazdır. İlişki koptuktan birkaç yıl sonra Sita canına kıyar.
Kate, Sita’nın intiharının ardından derin bir acıya gömülür. Elegy for Sita (Sita’ya Ağıt -1979) onulmaz bir keder içinde geçen günlerini Sita’yla paylaştığı bir monologdur. Hayatta kalmış olmaktan dolayı betbaht olduğu kadar, kendini bırakıp gittiği için kızgındır Sita’ya. Bir katre külüne dahi sahip olamadığı için hayıflanır durur. Kate’in elyazısı ve desenleriyle bezeli olan kitap az sayıda (350 adet) basılmış olup nadide bir cildi vardır.
1981’de Going to Iran yayımlanır. Kate, uzun yıllar İran’da düşünce özgürlüğü için mücadele eden ve Şah’ın despotik yönetimine karşı çıkan İranlı politik göçmenlerle çalışmıştı. (Committee for Artistic and Intellectual Freedom in Iran – CAIFI). Şah ülkeden kaçıp da Iran demokrasi ile şeriat arasında ârafta kalmışken, Iranlı feministler dünyanın dört bir tarafındaki feminist kızkardeşlerine tehdit altındaki haklarını koruyabilmek için örgütlenmek amacıyla acil çağrıda bulunur. Kate’le Sophie bu çağrıya yanıt verir, 8 Mart’ta İranlı kadınlarla birlikte meydanlara çıkarlar. Sophie’nin kitapta yer alan fotoğrafları bu anları tespit etmeleri bakımından tarihi değerdedir.(1979)
Kate, tüm dünyaya uygar bir maskeyle görünüp, içerde muhaliflerini işkencehanelerde yok eden Şah’ı kötülerken, Ayetullah yönetimini protesto eden kadınlara reva görülen şiddete de tanık olur. Devrim idealinin çok kısa bir süre içinde trajik bir şekilde nasıl ters bir yöne saptığını gözler. “Patriyarkal din devleti” yani şeriat yürürlüktedir artık. Basın susturulur. Kate’le Sophie’nin tutuklanarak sınır dışı edilmeleri dünya basınında geniş yer bulur.
Kate,1990’da yayımlanan The Loony-Bin Trip/Tımarhane Yolculuğu[1]’nda, akıl hastalarını hapsederek gözlem altında tutan sisteme karşı ağır bir eleştiri getirir. Her zamanki gibi kişisel hikâyesidir bu Kate’in; yaşadığı yedi yıl süren kâbusun hikâyesi ama aynı zamanda da delilik yaftası yapıştırılarak isteği dışında hücreye kapatılan, arkadan kilitlenen kapıların ardında, elektro şoklarla “sağaltılmaya” çalışılan insanların acılı hikâyesi. Günümüzün tabuları arasında olan psikiyatrik tedavi yöntemleri Kate’in nazarında işkenceden farksızdır.
2000’de, Birleşmiş Milletler tarihinde ilk kez, “akıl sağlığı” ile ilgili düzenlemeler öteki uluslararası insan hakları ihlalleriyle birlikte BM nezdinde ele alınarak incelenecektir. Kate, 1993’ten beri faaliyette olan (uluslararası gönüllü yardım kuruluşu) SCI’nin sözcüsüdür ve BM’den toplumsal değişimi savunan bir sivil toplum örgütü olarak kabul edilmeleri talebinde bulunacaktır. Bu vartayı atlattıktan sonra her zamanki inandırıcı ve akıcı üslubuyla soğuk ve resmi bir makam karşısında geçirdiği kaygı dolu yarım saati dakikası dakikasına aktarır: Kaçıp gitmek için çok geçtir. Çarnaçar üzerine düşen görevi yerine getirecektir. BM delegelerinin çoğu sorundan bihaberdir. Özellikle kendi ülkesinin temsilcisinden “Amerikalı” diye söz eder. Amerikalı’nın ilk tepkisi, ya azgın ve zapt edilmesi mümkün olmayan biri gelirse ne yapacağız, olur. Her türlü ilaca karşı olup olmadıklarını sorar bir başkası. Kate onlara Berlin’deki Özgür Üniversite, Foucault İnsan Hakları İhlalleri Mahkemesi’nde psikiyatrinin giderek toplum üzerindeki tahakkümünü artırmasıyla ilgili gelişmeleri anlatır. Ve beklenmedik şekilde olumlu bir netice alınır: SCI Birleşmiş Milletlerce resmen tanınır.
Zulüm Politikaları (The Politics of Cruelty- 1995) Siyasi Tutukluların Tanıklıkları Üzerine bir Deneme alt başlığını taşıyor. Devlet eliyle uygulanan işkence. Kate kitabın önsözünde, “Elinizdeki kitap, her ikisi de iktidar ve hükmetme, zulüm ve mahrum bırakma kadar, cesaret ve direnmeyi de inceleyen Sexual Politics (Cinsel Politika) ve The Basement (Bodrum) adlı kitaplarımın mantığına uygun, doğal sonucu olarak ortaya çıktı,” diyor. “Yolculuk uzun ve asap bozucuydu; çoğu zaman başka insanların katlanmak zorunda kaldıkları şeyleri okumak bile beni umutsuzluğa sürükledi. Okurun benimle bu yolculuğa katılmasını istememin nedeni, başlangıçta beni harekete geçiren dürtü: eğer olanları bilirsek, değiştirilebilmeleri için biraz umut beslenebilir; eğer umursarsak kötülüğe karşı birşeyler yapma imkânı doğar.
Bir de Kate'in 1978'de Poughkeepsie'de bir çiftlik satın alarak kurduğu "Kadın sanatçılar kolonisi"nden söz etmek gerekiyor. Kadın sanatçıların bir program dahilinde çiftliğin ağaç dikme, budama vb. işlerini yaptığı gibi, çalışma ve bol bol eğlenmeye de vakit ayırabildikleri, Noel zamanı yetiştirdikleri çamları satarak kendi imkânlarıyla ayakta durabildikleri bu koloni yaklaşık otuz yıl hayatta kaldı.
İleri yaşına ve geçirdiği bunca arbedeye rağmen Kate'in toplumsal olaylara ilgisi hep canlı kaldı. Bundan birkaç yıl önce onu NY'ta ziyaret ettiğimde, onlarca tekstil işçisi kadının kapılar kilitli olduğu için yanarak öldüğü "Triangle Dikimevi" çalışanlarını anma törenine gittik birlikte. (EÖ//ÇT)
[1] Metis Yayınevi, 1995; Türkçesi: Nesrin Kasap /Tükenmiş)
* Bu yazının temel alındığı Esen Özdemir'in Beril Eyüboğlu ile yaptığı söyleşi 2011'de Amargi için "Feminizm Tartışmaları" başlıklı çalışmada yayımlandı.