-Dorte Palm Restlov için-
“Serseri bir herifim, kevn-ü mekândan bana ne,
Ezeli derbederim, hükm-i zamandan bana ne,
Kendimi s**lemedim pir-ü cevândan bana ne,
Bir mümessel ölümüm kâr-ü ziyândan bana ne,
Kaniim hiçliğe asar-ı cihândan bana ne?”
“Nefsimin ecnebisi olduğumu anlayalı,
İlmi, fenni hiçe saydım ve bütün mahasalı,
Medeniyet benim indimde bugün bakla falı,
Sen gözetle bitecektir köse dehrin sakalı,
Bu oyundan, o koyundan, karamandan bana ne?”
Bana Ne, Neyzen Tevfik, 1933.
Gittiği her ecnebi kentte, kendini hemen yayalaştırılmış turistik merkezdeki kapalı alışveriş diyarlarına atıp, dünyanın her yerindeki benzer ürün raflarında aynı olan kremlerin ve parfümlerin, giysilerin ve ayakkabıların önünde dikilmeye can atan, ortalama bönlükte gezmenlerden değiliz biz: Bu yüzden, hot dog’umu büker bükmez, kendimizi İlknur’la beraber København’ın (Kopenhag) adalarından birinin sınırında konumlanan Christiania’ya atmak için, bu merak uyandıran aykırı ülkeye doğru taban tepmeyi yeğledik; yakın bir arkadaşımızın “gez Dünyayı, gör Christiania’yı” yollu tavsiyesine uyarak. Kılavuzumuz söz konusu iri, simsiyah gönüllü, bütün gözleri parlak, gamlı ve geveze, kalemnaz kuzgun idi.
København’ın turistik vasatlık bulvarından merkezkaç kuvvetiyle ecnebileşmek zor değil neyse ki; bir rıhtımdan tabana kuvvet, bir köprüye ulaştıktan sonra, menzile -kahve içimini müteakip- son bir deparlık yol kalır. Ülkenin kırk yıldır süren mücadelesi, mevcut merkez sağ hükümetin yaptırımlarına rağmen sürüyor. Hükümet, on beş yıldır komünün otonom biçimde büyümesine koyduğu imar yasağı ile engel olmaya çalışıyor. Amaç direnişi kırmak, özel mülk sahipliğini ve kapitalist yaşam tarzını dayatmak.
Christiania’ya ulaşmanın iki yolu var. İlki, en bilineni: København’ın yapı bloklarının arasından; spiral kuleli, barok Vor Frelsers kilisesinin işaret ettiği konumu izleyerek. Afrika sanatını andıran ahşap heykel-sütunların ayakta tuttuğu mütevazı bir takın üzerinde, başka bir “devlet”in topraklarına adım attığınız ilan edilir.
Nazilerin infaz edildiği eski ve terk edilmiş bir askeri arazi, 1971 yılında bir grup kentli tarafından çocuk oyun alanı olarak kullanılmak için işgal edilmeye başlar. Gerisi gelir: Christiania 1989’da kendi topraklarına ve yasasına sahip özerk bir mikro ülkeye dönüşür. Sokak sanatının, marihuana ve haşhaşın, müziğin ve arzunun sembolü olmuş bu benzersiz coğrafya, kırk yılı aşkın süredir birçok baskıya ve sindirme girişimine sahne olmuş. Bunlardan belki en çarpıcısı, 2004 yılında polisin düzenlediği kapsamlı operasyonla uyuşturucu satıcılarının ve silahlı çetelerin dağıtılıp tutuklandığı olaylar. Ancak kısa süre sonra, København’da uyuşturucu etkinliği ve buna bağlı şiddet olayları patlama yaparak beş katına çıkar.
Serbestçe satılan narkotiklerden gönlünce nasiplenen ve geldiği yere dönmeye karar verip yeniden København’a yönelen gezmen, aynı kapıdan hiçbir polis veya güvenlik kontrolü olmadan elini kolunu sallayarak çıkarken kafasını kaldırırsa, takın arka yüzünde o meşhur, karamizahi sloganla karşılaşır: “Now You Are Entering the EU.” Kırk yıldır bu hayalle yanıp tutuşan bir ülkenin vatandaşını, sloganın mecazi anlamının hediye ettiği giriş kadar bahtiyar edecek bir şey olamazdı herhalde. Gelgelelim bir Christiania’lı için EU, özlenen para birimine mensup muhasır medeniyetin topraklarını değil, gerçek dünyayı, yani kapitalizmi, mülkiyetçi ve ceberrut düzeni, tüketim rejiminin sağ politikalarla birleştiğinde ürettiği polis devletini temsil ediyor: “Daha iyi bir dünya” değil; o “daha iyi dünya” hayalinden kaçarak kurdukları “esas iyi dünya” Christiania.
Bu giriş, fotoğraf çekmenin (hem) yasak (hem de gayri ahlaki) olduğu, epi topu iki sokaklık meşum yüzü Christiania’nın. Tekinsiz hipster manzaralarının salaşlığı ve dumanlı zevküsefanın bildik sahneleri arasında bulur turistler kendini. Bu, kısa bir ziyaret için gelenler veya dumanlı materyallerle arası iyi olanlar için daha “işlevsel” bir giriş kuşkusuz. Bizim gibi ödlek romantikler içinse, diğer yol daha sevimli ve pastoral olmakla beraber, aslında her iki yol da turistik. København gibi orta büyüklükte bir Avrupa metropolünün orta yerinde marjda olmayı bundan daha iyi tanımlayan bir yer daha yok.
Christiania’ya arka yoldan, bir köprüyü geçince beliren geniş arazinin içinden, toprak yoldan yürüyerek ya da bisikletle gelinebiliyor; araç yolu yok. Alanın bir tarafı göl, öteki tarafı dere; bu iki suyun arasında uzanan dar, şevli, ağaçlı parkurdan yürünüyor. On yedinci yüzyıla ait askeri savunma alanını tanımlayan geniş bir su engelinin çizdiği kavis üzerine eşit aralıklarla inşa edilmiş geometrik yarımadalar, doğal bir habitat oluşturuyor bugün. Kıyısında Christiania’nın yalıyla gecekondu arası yapıları uzanıyor. Şevin diğer yüzünde, daha yakında, dereye bitişen komün binaları sıralanıyor, yerleşimin merkezine geçit veren ahşap köprüye yaklaştıkça: Konteyner, gecekondu, kır evi, müştemilat bileşimi, otonom yapılardan oluşan, sıra sıra evler ve bahçeleri görülüyor. Mevcut hükümet, Christiania’yı gayri-meşrulaştırma stratejisinin bir parçası olarak birçok yapıyı yıktırmış; yenilerinin yapımını ise yasaklamış durumda.
Christiania’nın binaları ve oradaki mekân üretimi, bir yanıyla bütünüyle kendine özgü. Yapıların benzerlerine lüks baskılı, “bireysel acayibât mimarisi” örneklerinin sergilendiği kitaplarda rastlanabilir pekâlâ. Bir farkla ki: Bu tür, “kendi dünyalarını yaratmış uçuk insanların, uçuk kaçık yaşam çevreleri” türünden “insanat bahçegâhı” imalı pahalı kitaplar, okurun bir tür kibirli orta sınıf belgeseli havasında, bu sirk insanlarını mimlemesini sağlar. Bu tür gözbağcı kitaplarda örnekler daima tekildir ve (b)okur, her seferinde “gülgeç”lik bir istisna ile karşılaştığı duygusunu korur.* Christiania’daysa, yapıların neredeyse tamamı serbestçe, özgürce, yani anarşik biçimde üretildiği için, anti-kapitalist bir kentsel süreçten de bahsedilebilir.
Yapıların tek tek seyirlik veya albenili bir yanı yok; cepheleri rengârenk bezeyen yazılamalar sayılmazsa. Daha çok ehlikeyf, eklemli, zamanla evrilmiş bir gecekondu mantığından bahsedilebilir burada. Bu keyfiyet, kimi kere, København’ın veya Danimarka’nın da dahil olduğu daha geniş bir Kuzey Avrupa yerel mimarlığının biçim dünyasını tekrar etmeye dayanır.
Sözgelimi ülkenin Güney ucuna yakın bir kent olan Vordingborg, küçük ana-adanın son kıyısı ve daha kırsal/tarımsal bir çevrede konumlanır. Vordingborg’un tarihi kent merkezindeki konutlar, sözünü ettiğim yerelliğin tipik örneklerini sergiler. Bu konutlar, büyük oranda müstakil, kare benzeri bir plan üzerine oturan, yüksek kırma çatılarının altında ilave yarım kata sahip dubleksler; cephelerinde tuğlanın hakim olduğu, cephe bezemeleri de çoğunlukla tuğla olan, gayet yüksek yapı kalitesine (en azından restorasyon kalitesine) sahip yapılar. Kent merkezindeki bu binaların ahşap ya da tuğla eklentileri nadiren göze çarpıyor ve ana kütleye eklentiler minör boyutta kalıyor. Sıvalı yapılar elbette var ama alttaki tuğla dokusunun sıvada rölyef gibi okunaklı olması, sözünden çıkılmayan bir babaya itaat edercesine, estetik bir tercih olarak hem iç mekânlarda hem de cephelerde varlığını hissettiriyor.
Kent merkezinin dışında, çiftliklere ve daha kırsal mahallere doğru yapı çeşitliliği ve boyutlanışı doğal olarak artıyor; bununla beraber, hakim geleneksel tını değişmiyor. Modern yapılar bile, bu yerelliği mimari bakımdan temel alıp çeşitlemenin ötesine geçmiyor ve radikal bir görsellik iddiasına hiç mi hiç girişmiyor.
Christiania’daki yerelliğe gelince: Kıta Avrupası’na yabancı değil. Kimi kere bu yerellik, minyatürleştirilip karikatürize de ediliyor. Bazen başka kiçleştirmelerle bireysel ritüellerin estetik çevreleri üretiliyor. Christiania’daki mimarinin belli bir biçeminden söz etmek, işi abartmak olur. Christiania’nın sokaklarını, gezme mesaileri dolana dek işgal eden, benim de dahil olduğum turist güruhu çekildikçe ve esas işgalciler ortaya döküldükçe, manzara bütün bütüne değişiyor olsa gerek.
Christiania’da kulübeden hallice evler yok sadece; işgal edilmiş birçok büyük bloklar da var. Nüfusu bine yaklaşan ve büyüklüğü otuz beş dönümü geçmeyen Christiania’da sinema, konferans salonu, bisiklet üreticisi, caz kulübü, hediyelik eşya dükkanı, yerel radyo ve televizyon istasyonları, büfe, manav, organik meyve-sebze pazarı, vejetaryen restoranı, demirci, bir pub, büyük bir rock müziği kulübü, açık hava müzik kulübü ve café’si, bir opera, marangoz, bir başka restoran, fırın, döviz bürosu, büyük bir konser ve toplanma salonu ve bir yapı-market var. Kısacası, burası basit bir gecekondular ve keşler topluluğuna indirgenemeyecek karmaşıklıkta, entelektüel bir yerleşke.
Komünitenin yaşam biçimini ele veren toplanma mekânları göze çarpıyor. Bunlardan biri, çeperlerine salaş barlarla lokantaların dizildiği, konserler için ayrılmış meydan. Diğeri, onun hemen arkasında konumlanan, Christianialıların evsel ihtiyaçlarının büyük bölümünü karşılayan büyük dükkân. Burası, eskiciyle yapı-market arası bir yer. Ahşap makas çatılı, tuğla duvar örgülü, iki buçuk kat yüksekliğinde bir on dokuzuncu yüzyıl ardiyesi. Ahşap asma katın altında her türlü tesisat ve yapı malzemesi temin edilebiliyor. Üst kat evsel kullanıma yönelik ikinci el eşya pazarı görünümünde. Biz buranın gıcırdayan ahşap asma katında dolaşırken beliren, ellilerinde olduğunu tahmin ettiğim deri ceketli, uzun boylu bir kardeşimiz, kapının önündeki forkliftte dizili halde bekleyen azman bir likit gaz tüpünü, altı aylık bebeğini kucaklar gibi omzuna bindirip, hiçbir şey olmamış gibi, geldiği yöne doğru yürüdü.
Christiania’nın, içindeki haşerelerle yakıldığını hayal edenler olabilir. Christiania’yı yakmalı mı? sorunun Türkiye versiyonunun cevabı belli: Madımak’ı yakanlar büyük olasılıkla Christiania’nın küllerini bile her yıl yeniden ve yeniden yakma törenleri yapmak isteyebilirdi.
København versiyonundaki cevap ise o kadar yalınkat değil: Danimarkalıların önemli bir bölümü, bu mikrop yuvasını, bu fuhuş ve uyuşturucu batağını, çetelerle suçluların yatağı olmuş bu başına buyruk mezbeleliğin kapatılmasını canı gönülden arzu ediyor olabilir. Gelgelelim, København’da yaşayıp da kalbinin bir parçasıyla Christianialı olduğunu hissedenlerin yanı sıra Christianialılar da varlık mücadelelerini sürdürüyor. “Nefsinin ecnebisi” aylaklar kadar aşıklar, ipini koparmış serseriler kadar turistler, her şeyden ikrah getirmişler kadar eşcinseller ve aktivistler, kendini bile iplemeyen umutsuzlar kadar müzisyenler; kalbi kırıklar kadar aileler, gönlü genişler kadar politikacılar, ezeli derbederler ve iflah olmazlar kadar çevreciler Christiania’nın yaşamasını istiyor. (LŞ/AS)
* Ey okur, önüne bir ‘b’ eklettirmeden kaybol.
(Yazı ilk olarak KaosGL’de yayınlandı.)