Bilge köyündeki inanması zor katliamın ardından yapılan bütün tek taraflı yorumlardan sonra, Ahmet Türk'ün "toplum olarak oturup düşünmemiz lazım" sözleri doğrusu yüreğime biraz su serpti.
Çünkü ne "işte Kürt vahşeti" şeklindeki ırkçı hezeyanlar ne de katliamı sadece koruculuk kurumu ile açıklayan tepki gerçeği yansıtıyor.
Bir kere, adı üstünde "tepki" ve dolayısıyla meseleye sadece bir tarafın savunma mevziinden bakıyor ve düşünme içeren bir analizden çok klişeye sığınıyor:
"Bu Kürdü, Kürde kırdırma politikasıdır".
Doğru, bu yanı elbette var, koruculuk sisteminin yol açtığı felaketleri hepimiz biliyoruz ve bu korkunç vesileyle gündemimizde bu kadar yakıcı biçimde yeniden yer alması belki bir şeylerin değişmesine yol açar.
Ahmet Türk'ün işaret ettiği gibi, "yıllardır sürdürülen savaş halinin insanlar üzerinde yaptığı psikolojik tahribatı" görmemek mümkün mü?
Bu savaş hali, toplumun bütününü zehirliyor; icat edilmiş bir "düşman"a karşı her şey mubah anlayışının daha da yayılmasını ve her türlü çifte standardın olağan görülmesini normalleştirerek tüm toplumun ahlakının iyice bozulmasına yol açıyor.
Bütün bunlarda devletin oynadığı rolü de biliyoruz (ama tekrarlamakta da bir beis yok), gene de "çözüm" konusunda her şeyi "karşı taraftan beklemek anlayışı ne kadar doğru?
Sorumluluğu sadece başkasında aramak tavrının, devletin ya da "Kürt vahşeti" savunucularının yaptığından ne kadar farkı var?
Bence "toplum olarak oturup düşünürken" bunu da düşünmeliyiz, çünkü bu öncelikle düşünme yöntemine ilişkin bir sorun.
Hakikat, hiçbir zaman tek taraflı değil ve sürekli olarak kendi "tarafımız"ın gözlükleriyle, hep onu haklı çıkaracak biçimde davrandığımız zaman aslında düşünmüş olmuyoruz.
Üstelik, böylelikle, çok farkında olmasak da, devletin başka bir "manipülasyon politikası"nı sürdürmüş oluyoruz: Sorumluluğu hiç üstlenmeyip sürekli başkasına yüklemek, çocukça bir ergen tavrıdır ve Türkiye devleti de başından beri ister Türk, ister Kürt olsun halkın çoğunluğunun kendi kararlarını veremeyen; daima, hiç de kerim olmayan "devlet baba"ya muhtaç olan (hayran olmak için olduğu kadar karşı çıkmak için de); çoğu zaman dayakla, arada bir de başı okşanarak terbiye edilecek çocuklar olarak kalmasını sağlamaya özel bir dikkat gösterdi. Bence artık bu "maniplasyonu" kırmanın vakti de çoktan geldi.
Yasemin Çongar, Taraf gazetesinde "Kerte katliamını kan davasıyla, mal davasıyla, kız davasıyla açıklarsanız, açıklamış olmazsınız" diyordu, doğru ama bunları hiç dikkate almadan salt koruculuk sistemiyle açıklarsanız da açıklamış olmazsınız!
Ahmet Türk, daha bütünsel bir yaklaşımla yeni bir politika anlayışının, yeni bir eğitim sisteminin devreye sokulması gerektiğini belirtiyor.
Ama o da, muhtemelen sorunun bu yanını abartan sahte ve çoğu kez ırkçı analizlere karşılık olarak, "mesele töre vs. değildir" diyor.
Oysa eğer "yeni bir politik anlayışı, yeni bir eğitim sistemini" devreye sokacak isek, mutlaka işin bu yanını da dikkate almak zorundayız.
Evet, Kürtler birbirlerine karşı kışkırtılıyorlar ama neden bu kadar kolay oluyor bu ve neden almış olduğu biçimi alıyor? Bunun üzerinde düşünmek gerekmez mi?
Belki de herkesten çok DTP'li arkadaşlarımızın bu konuda düşünmeleri, gerçekçi bir analizden sonra çözüm yolları önermeleri gerekir.
Bu analizin içinde mutlaka neden töre şiddetinin, özellikle kadınlara karşı şiddetin bu kadar kolayca mazur görüldüğü, neden kadınların değiş tokuş edilmesinin (bu olayda da berdel söz konusu) dünyanın en normal şeyi sayıldığı ve bütün bunların, yani cinselliğe ve evliliğe ilişkin töresel kuralların "arazi meselesi"yle (toprak mülkiyetiyle) olan ilişkisi yer almalıdır. Evet, şiddet, özelliklede kadınlara yönelik şiddet her yerde var, İstanbul'da da, şu anda bulunduğum İsveç'te de, dünyanın her yerinde...
Çünkü dünyanın hiçbir yerinde kadınlarla erkekler arasındaki ilişkilerde eşitlik yok ve şiddet de esas olarak iktidar ilişkilerinin eşitsizliğinden doğuyor.
Ama her yerde bu şiddetin derecesi ve aldığı biçim, söz konusu toplumun yapısına göre farklı oluyor.
Örneğin buralarda "tutku cinayetleri" adı verilen, erkeğin kadın partnerini öldürmesi biçimini alıyor ama, "intikam alacak kimseyi sağ bırakmamak için bütün ailenin yok edilmesi"ni içermiyor. Dolayısıyla, namaza duranlar, bebekler, yaşlılar dahil bütün bir ailenin katledilmesine karar veren ve kararını kılını kıpırdatmadan uygulayan bir intikam zihniyetinin, toplumsal, ekonomik ve ideolojik zeminini ayrıca tahlil etmek zorundayız.
Yoksa, "yeni bir eğitim sistemi"ne ilişkin bütün iyi niyetlerimiz boşa gider.
Bir kere, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu bölgesinde töre denen şeyin (bu son örnekte de açıkça belli olduğu gibi) dinle filan bir ilgisinin olmadığını, ama daima mülkiyetle ve mülkiyetin aktarılmasını sağlayan kadınların bedeninin kontrol edilmesiyle ilgili olduğunu anlamak zorundayız.
Bu konuyu antropolog Germaine Tillion, Türkçe'ye de çevrilen Kuzenler Cumhuriyeti (Metis Yayınları) adlı yapıtında sağlam bir biçimde tahlil eder; kimliğin ve kültürel yapının, bir toplumun kendi "özü"nden değil, toprağa el koyma biçiminden ve bunun zaman içinde geçirdiği değişimden kaynaklandığını açıklar.
Aşiret yapısının temelinde, ata soyuna yabancı birisinin, aile mülküne dahil toprak parçası üzerinde hak iddia edememesi, ederse de yok edilmesinin meşru, hatta zorunlu olması yatar.
Bu yapı çözülmeye başladığı zaman (İslam'ın kız çocuklarına da mirastan pay vermesi, laik yasalarla kadının eşit payının güvence altına alınması veya devletin her bakımdan felaket getiren "koruculuk sistemi" uygulamasının yarattığı sonuçlar ve müdahaleler gibi "dışsal" nedenlerle), kadınlar üzerindeki denetim ve baskı azalmak şöyle dursun daha da artar.
Çünkü kadın, ideoloji ve iktidar ilişkilerindeki güçsüz konumu yüzünden, bütün diğer etkenlerden daha fazla, hatta yegane denetlenebilir unsurdur.
Dolayısıyla, ne Batı'daki ne de Doğu'daki "kadın sorunu" sadece "oralarda bir yerde" -bazıları için tercihan Doğu'da bir yerlerde!- günün birinde çözülse iyi olacak bir sorun olmanın çok ötesinde, doğrudan toplumun maddi koşullarıyla ilişkilidir.
Aşiret içinde kadınların, mülkiyetin "içeride" kalmasını sağlama ve aşiret dayanışmasını ve işbirliğini güçlendirmede oynadıkları araç rolünü ve bu nedenle her türlü vahşete başvurulup denetlenmeleri gerektiğini anlamadan, bunun sadece kadına yönelik değil her türlü şiddeti mazur göstermek ve sürekli beslemek açısından ne kadar tayin edici olduğunu anlamadan ve bunu ortadan kaldırmaya yönelik politikaları açık seçik belirleyip uygulamadan, fazla bir yol alınabileceğini sanmıyorum.
Dolayısıyla işin kolayına kaçmadan ve klişelere sığınmadan sahici bir düşünme ve çözümleme çabasına girişilmesi gerekiyor. Yoksa bu katliam felaketi son olmayacak ve ne yazık ki, "Kürt Kürde kırdırılmaya" devam edecek. (FB/EZÖ)