Dün "açık görüş" vardı. Her ayın son görüş günü zaten "açık görüş"üyorduk. Ama dün "bayram"dı. Kızım bana bir "bayram hediyesi" verdi. Ben ona bir şey veremedim.
"Açık görüş"te hiçbir şey verilemiyor. Verilse de yalnız onun değil hepimizin beklediği hediye bir "tahliye kararı" olurdu. Hepimiz sevinirdik o zaman. Olmadı.
Savcı iddianameyi tamamlamış başsavcılığa vermiş. Başsavcılık da kabul etmiş ve davaya bakacak mahkemeye göndermiş.
Ama "duruşma günü"nün belirlenebilmesi için, mahkemenin de iddianameyi kabul etmesi gerekiyormuş. Bir hafta değerlendirme süresi olurmuş.
Hep birlikte bekliyoruz o değerlendirmenin sonucunu.
O iddianamenin içinde bir "tahliye kararı" olacağı umudunu başından bu yana hep hissetsek de, buraya kadar gerçekleşmeyen umudumuzun bu noktada gerçekleşme olasılığının çok az olduğunu biliyoruz.
Onun için ördüğün o "atkı" ile yetinmek durumundayız şimdilik.
Onunla sevineceğiz. Sen ören, ben de onu boynuna saran baban olarak bekleyeceğiz.
Gelecek günler bakalım neler gösterecek.
"Örgü"yü düşünmek
Boynuma sardığım atkıyla elini tuttuğum kızımın hali gözümün önünden gitmiyor.
Her zaman ki neşesi ve şirinliği ile bu bayramımızın "buruk" geçmesini önlemek ister gibiydi.
Havaların soğuması nedeniyle, kantindeki yünleri ve iplikleri alarak hep birlikte örgü örmeye başlamışlar. Kantindeki yünler bir anda bitmiş. Yenilerini bekliyorlar. Örgü örmek için. Eldiven, çorap, patik, yelek, hırka, kazak, atkı öreceklermiş.
Bir arkadaşım "örgü örme"nin o durumda iyi bir "rehabilitasyon" unsuru olabileceğini söyledi.
Ben "ellerle bir şeyler yapma"nın bunu sağlayan en önemli yan olduğunu düşünüyorum.
"Ellerle ve ellerle" bir şeyler yapmak gerçekten insanı "insan" kılıyor.
İşte o noktada "örmek" fiilinin kökünden gelen bir başka sözcük aklıma geldi: "Örgüt"
Bağlantıyı ve dolayısıyla aynı anda paradoksu gördüm bir anda.
"Örgüt kurmak ve örgüt üyesi olmakla" suçlananların yaptığı bu anlamdaki tek işin, sözcük olarak aynı kökenden gelen "örgü örmek" olduğunu fark ettim.
Onları suçlarken örgü örmelerinin, acaba yaptıkları işin bir kanıtı olarak ileri sürerler mi düşüncesi aklıma geldi. Hani kanıt olsun diye.
Tehlikeli geldi bir an bu sözcük ve eylem. "Örgü örmek" korktum bir an.
Ya gerçekten "tehlikeli ve korkunç" bir şeyse örmek!
Öyle olmasaydı, "başına çorap örmek" diye bir deyim olabilir miydi dilimizde?
Belli ki "örmek" sözcüğü bu toplumun dilinde, hem de daha kaynağında bir negatiflik, bir olumsuzluk taşıyor dedim kendi kendime.
Hepimiz bir şeyler örüyoruz: Örgü örüyoruz, duvar örüyoruz, bina örüyoruz.
O zaman çocuklarımızı bir şeyler örmeye biz alıştırmış olmalıydık.
Ya da tersten söylersek, onları "örmek"ten uzak tutamamıştık.
Öğretmeyenlerimiz de en azından öğrenmelerine izin vermişti. Kötü yapmıştık, hem de çok kötü.
Onlar bu nedenle yaşamlarını örmeyi öğrenmişlerdi.
Kendi ayakları üzerinde durmayı.
Özgürlüğü öğrenmişlerdi. Özgürlüğün gereklerini yerine getirmeyi öğrenmişlerdi.
İşler örmüşlerdi. Topluluklar, gruplar örmüşlerdi, ilmik ilmik...
Sonra birileri bu yaptıklarının ötesinde yapmadıkları bir şeyden dolayı, belki de yapmadıkları için onları "örgüt kurmakla, örgüt üyesi olmakla" suçlamış, haklarında dava açmışlardı.
"Sivil toplum örgütlü toplum" mudur?
Bunu da şimdilerde dillerinden düşürmeyenler, daha gelişmiş bir toplum olmak için sivil toplumun örgütlenmesini savunuyorlar, ellerindeki her türlü olanakla.
Doğrusu bu düşünceyi ben de hep savundum, dahası, savunduğumu hep yaşama geçirmeye çalıştım.
Bir dolu "sivil toplum örgütü"nün içinde bir dolu iş yaptım.
Özel olarak kızıma gel sana örmeyi, örgütlenmeyi anlatayım, göstereyim demedim belki!
Ama o yaşamın içinde kendi gözlemledikleriyle bunu gördü ve kendi yaşamında da uyguladı.
Organizasyon şirketlerinde çalışması, kimi organizasyonlara "gönüllü" olarak destek vermesi, derneklerde, topluluklarda müzik yapması, dans etmesi bundan kaynaklanıyordu.
Ama o bunları, pek çoğunun yaptığı gibi bir rant ya da ondan nemalanmak için yapmadığından dolayı "örgüt kurmak ve örgüt üyesi olmaktan" yargılanıyorlar belki de.
O zaman bu toplumda "örgüt ve örgütlü" olmanın gerçek anlamı çıkıyor ortaya.
Bir "kârın, kazancın yoksa" bir şey örgütlemeyeceksin, örgütlenmeyeceksin.
Eğer böyle yaparsan birileri senin "terör örgütü üyesi" ilan edebilir.
Bu toplum böyle yapanları, çocuk büyük demeden "taş atanları, bağıranları, yazı yazanları, itiraz edenleri" hemen ve herhangi bir yargılama söz konusu olmadan terörist ilan ediyor.
Çok açık:
Bu toplum örgütleri ve örgütlüleri sevmiyor.
Bu toplumun yöneticileri örgütleri ve örgütlüleri sevmiyor.
Bu toplumun hukukçuları, adaletçileri örgütleri ve örgütlüleri sevmiyor.
Onun için güzel kızım gel sen, sen ol, bir şeyler örmekten örgütlemekten vazgeç.
Atkı örmekten, çorap örmekten, kazak örmekten vazgeç.
Beni dinlemeyeceğini biliyorum. Sözlerimdeki mantığı anladığını da...
Çünkü kış geliyor. Sıcağa, sıcaklığa daha çok ihtiyacımız var.
Hem yalnız ördüğünü giyerken değil, aynı zamanda örerken de ısınırsın, bunu biliyorsun.
Varsın birileri seni bir şeyler "örmekle" suçlasın.
Eğer adalet varsa, eğer hukukun üstünlüğü bizi bir arada tutan temel kuralsa, nasıl olsa gerçekler ortaya çıkacak. O zaman "bu çorabı başımıza örenler" en azından yaptıklarından "utanır"lar belki de...
Umut işte. Yaşadıkça umut tükenmiyor.
Hem senin annene dediğin gibi, ya da babanın Sevgili Hırant'a sağlığında dediği gibi "bu ülke bizim, nereye gidebiliriz ki!"
Gidemeyiz. Gitmeyeceğiz!
Ama insana bir tek şey koyuyor kızım, bunu da çok iyi bilmelisin:
"Bu ülkenin eğrisiyle doğrusuyla, yanlışıyla bizim olduğunun farkında olanlara ya ölüm, ya zulüm, ya da zindan mekan oluyor."
Ozanın söylediğini bir kez daha anımsa: "Ölüm hep bana, ayrılık hep bana mı düşer usta!"
Şimdilik öyle... Ama gelecek... En başında dediğimi unutma. "Bu da geçer!"
İyi bayramlar kızım.
İyi bayramlar ülkem! (MS/EÖ)