Ankara’da yaşayan veya yaşamayan herkes bir şekilde bilir Kızılay Meydanı’nı; ama yolu Kızılay ile sıklıkla kesişenler daha iyi bilir bu meydan diye insanlara kakalanmış dört yolun kesiştiği kavşağı.
Esasen Kızılay’ın kendisi tanımsal sorunlar içerir. Sözde, meydan olarak adlandırılmasına rağmen yapısal olarak aslında daha çok ana yolların kesiştiği merkezi bir kavşak işlevindedir. Kavşağın güneybatı köşesinde bulunan Güven Park havuzu, oturma yerleri(!), ağaçlık alanı ve anıtıyla Kızılay’a daha bir meydan havası katar.
Modern şehircilik anlayışının romantik meydanları bir yana dursun, insanların toplanmasına imkan vermeyecek yapısıyla 80 Eylülü’nün izlerini taşır bu meydanımsı alan.
“Meydanımsı” diyorum çünkü temeline dayandığı “agora” mantığının hiçbir özelliğini barındırmaz, aksine bir sanayi bölgesinin en işlek yeri gibidir. Bu meydanımsı şimdilerse ise daha da vahamet içinde.
2013 Gezi Parkı günlerinin ardına daha da 80’leşen, sıkıyönetimi andırmayacak kadar daha da iç bunaltıcı bir hal alan ve yedi gün yirmi dört saat boyunca sürekli olarak sembolik şiddetin kol gezdiği bir alan.
Öğrenciliğimin ilk yıllarında Kızılay’a gitmek üniversiteli bizlerin dört gözle beklediği bir şeydi. Kızılay demek, Sakarya caddesine gitmek, Bestekar’a çıkmak ya da bilumum üniversitelilerin eğlendiği mekanlara gitmek demekti. O zamanlar da bir hayli garip bir mekandı belki ama eminim ki şimdiki kadar değildi.
Mesela ta o zamanlarda da Kızılay’ın yaya trafiğine kapatılmaya kadar giden hikayesi anlatılırdı: Zamanın birinde bir ülkede bir kral…
Bir aralar adeta bir sonradan görmenin evindeymişsiniz hissi veren, her taraftan sarkan ışıklı, garip avizemsi şeylerle donatılmıştı meydan. Sonra bir ara Ankara’nın haftalık değişen maskotlarından biri olan kediler (kaç bıyıklı olan hatırlamıyorum), bir ara da dinozorlar ilişmişti meydana.
Yılbaşı süslemeleri ise her zaman en korkuncuydu: sünnet yatağı süslerinden daha beterdiler. Epey bir zaman oldu yapılalı ama hala ilk günkü gibi görkemli ve muhteşem olan bir de ışıklı havuz gösterisi var meydanımsının biricik parkı Güvenpark’ta.
Görkemlilikleri hiç bitmeyen bu nadide meydan son olarak da dünyaca ünlü Times Meydanı’nı aratmayacak şekilde dizayn ediliyor. Ankara’nın anlamını aldığı AVM’lerden bir tanesine iliştirilen dev ekran devasa meydanı ışığa bürüyor: insanlar geceleri de meydanın tadını çıkartabilsin diye. Bu görkem, bulvarın ortasına iliştirilen ne olduğu belirsiz ama lale olduğu varsayımında olduğum garip, ışıklı reklam şeysini gölgede bıraksa da, bu siluet de kendi halince bozula düzele ışıyagidiyor.
Kızılay/Güven Park alem bir yer açıkçası. Ayın beli dönemlerinde tezgahları dağıtılan/toplanılan seyyar satıcıların/köftecilerin en sadık müşterilerinin yine polisler olduğu garip bir kültürel yaşamın süregittiği bir koordinat burası.
Değnekçiler nezaretinde dolmuşlara tıkıştırıldığınız, çay bardağı koymak için ağaçlara tellerle plastik sepetlerin iliştirildiği, toplu taşımanın kendine has bir karmaşıklıkta düzene sokulduğu, hangi vasıtanın nereye gittiğinin sadece bağrış çağrışlarla öğrenildiği, koca bir dükkanın toz toprağın içinde yola açık vaziyette hamur işleri sattığı, aynı dükkan önünde bir adamın, bisikletinin arkasındaki seyyar bohçasındaki tencereden yarım ekmek ciğer sattığı, ışıl ışıl alışveriş merkezlerinin hemen önü sıra çöplüklerden yiyecek bir şey bulma telaşındaki insanların ve onları süzegeçen binlerce orta kesim sayılacak insanın geçip gittiği bir mekan.
Çok özenildiği ve ne olduğu belirsiz bir niyetle benzetilmeye çalışıldığı örneği Avrupa şehirlerinin meydanlarından daha ziyade, arada kalmış kimliksiz bir Ortadoğu meydanı; şarap bardağı ile ayran ikram eden bir Arap şeyhinin zevkince döşenmiş bir misafir odası.
Son iki yıldır, tüm bu sununun yanına eklemlenen bir de sembolik şiddet var Kızılay’da: fiziksel şiddet içermeyen ama toplumsal eyleyici (halk) üzerinde uygulanan bir tür şiddet biçimi. Uzun bir zamandır çevik kuvvetle-polisle yaşamak zorunda kaldığımız bir alana dönüşmüş durumda olan Kızılay ve özellikle Güvenpark’ta maruz kalınan tam olarak bir sembolik şiddet örneği. Metrekaresinden tutunda yeşilliğine kadar birçok bağlamda park demeye dil varmayacak Güvenpark’ın neredeyse yarısı polis otolarının, tomaların polislerin park yeri artık.
Kızılay’a indiğiniz anda mutlaka en az bir toma görürsünüz bir köse başında veya kesinlikle Güvenpark’ta. Bir zamanlar şehirlere yerleştirilen tank heykelleri gibi bu defa tomalar barındırdıkları sembolik anlamlarıyla, size her daim olarak iktidarın gücünü ve neler yapabileceğini iletiyor.
Diğer taraftan ise meydandaki onlarca, yüzlerce polis. Bu insanların sembolik anlamlarının da tomalardan hiçbir farkı yok ve yürüyen sembolik şiddetler olarak size her daim şiddet uyguluyorlar.
Diyebilirsiniz ki, onlar güvenliği sağlıyor, onlar sadece görevini yapıyor ya da böyle bir şiddetten bahsetmek şizofreni. Ama tam da bu noktada sembolik şiddetin sinsiliği ve korkunçluğu devreye giriyor: görünmez olması, doğal algılanması, dahası yanlış tanınması.
Yaşadığınız şehrin meydanında devamlı olarak sembolik bir şiddete maruz kalmadan özgür insanlar gibi yaşamanın olağanlığı, yanlış bilinç oluşumuyla güvenlik ve görev nosyonuna terk edilmiş vaziyette nefesalagidiyoruz.
Polis ile insan arasında kurulan yanlış bilincin sonucu olabilecek “güvenlik” sembolizminin aslında bir “güvensizlik ortamı” olduğu anlamına evrilmesi ise güç bir iş. Çünkü geçen iki yıllık zaman dilimi içinde polislerin, polis araçlarının ve tomaların Güvenpark’taki varlıkları tarafımızdan her geçen gün daha da olağanlaştırıldı/olağanlaştırılıyor.
Ve ne sinsi ve tehlikeli ki, sembolik şiddetin uygulandığı rıza nesnelerine dönüş(türül)en insanlar olarak (belki de hep öyleydik) bu durumun yeniden üretilmesine ve meşrulaştırılmasına ortaklık ediyoruz.
Kızılay’a inerseniz ve çiçekçilerin dizildiği yerden olur da kapatılmış değilse geçebilirseniz diye söylüyorum: sağa sola bakınmayın çünkü görülesi pek bir şey yok. Tıpkı size yönelen onlarca polis bakışı ve hiç beklenmedik bir anda bir polis tarafından durdurulup kimliğinizin sorulması olasılığı ile yaşamanın normalleştirilmesinin sembolik şiddetten ayrıştırılabilecek bir yanının olmadığı gibi.
Etrafı kuşatan sembolik şiddetler, insanı her daim her soluk kendine çekidüzen vermeye zorluyor. Kaşınız gözünüz yarılmıyor belki ama sembolik şiddet kibarca içinize nüfus ediyor.
Üzücü ki, her daim sembolik şiddete maruz kalanlar olarak bu şiddeti ve tahakkümü olağanlaştırarak hayatımıza devam etmeyi öğreniyoruz. Kasvetin ve mutsuzluğun adeta parçası haline geldiği/getirildiği bu kapkara meydandan bir şekilde geçen yaşamlarımız da mutlu olmaya, insan olmaya çalışıyoruz.
Hiç Kızılay’a gelmemiş, gelmiyor ya da gelmeyecek olabilirsiniz ama Kızılay sadece bir örnek. Dökme beton mezar taşına dönüşen Taksim’i düşünün ya da kendi yaşam sürdüğünüz mekânları/meydanları. Hep bir tahakküm ensenizde öyle ya da böyle. (MŞK/YY)