* Çizim: Azzam Daaboul
Bilindiği gibi, son birkaç gündür sosyal medyada aynı fotoğraf ve benzerleri paylaşılıyor.
Kıyıya vuran çocuk bedenlerinin fotoğraflarının sosyal medyada paylaşılması, çeşitli güdülere bağlanabilir: Vicdan rahatlatma, ilgi çekmeye çalışma (yani bir tür ceset pornografisi), elinden birşey gelmediğini ya da gelmeyeceğini düşünerek çaresiz bir duyarlılık paylaşımı vb.
Bu noktada duyarlı olduğunu göstermekle duyarlı olmak arasındaki ilk bakışta keskin gibi görünen ancak sosyal medyayla birlikte muğlaklaşan ayrıma dikkat çekelim. Sosyal medya da bir eylem biçimine dönüştü; hiçbir şeyin yapılamadığı koşullarda, siyasi tavır ifade etme kanalı oldu. Yalnızca bu da değil: Gezi Direnişi’nde sosyal medya ile gerçek yaşamın içiçe geçip birbirini beslediğini gördük. Zaten örgütlü olanlara sosyal medyayla sokaklara çıkanlar eklendi ve sosyal medya sayesinde sokaklarda olan biteni daha sahici ve gerçekçi bir biçimde alımlamaya başladık.
O günlerden bu güne miras kalanlardan biri, sosyal medyayı birlikte birşeyler yapmanın bir mecrasına dönüştürmekti. İşte bunun zamanı. Çaresiz olduğunu düşünenler yanılıyor; çünkü göçmenler ve sığınmacılar için çeşitli oluşumlar var. Bunların önde gelenlerinden biri, Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği. Büyükşehirler dışında, Antep, Urfa, Adana, Muğla ve Edirne gibi göç uğraklarında şubeleri bulunuyor. Bu fotoğrafları paylaşmak yerine sosyal medya aracılığıyla bu şubelere ziyaretler düzenlense ve afet günlerinde olduğu gibi farklı kesimlerden bireyleri ve kuruluşları biraraya getiren dayanışma ağları oluşturulsa (çünkü bu, bir toplumsal afet aslında), belki o çocuğu hayata döndüremeyiz; savaşı da durduramayız; ama çocuk, büyük, her kesimden göçmen ve sığınmacı ölümlerini en azından azaltabiliriz (diğer kuruluşlar için tıklayın).
Yaygın yapılan hatalardan bir diğeri, başkalarını yargılayıp duyarsızlıkla suçlamak. Bu tür suçlamalar, ilk bakışta çok doğru gibi görünüyor; ancak biraz daha düşününce, “peki ben bu fotoğrafları paylaşmak dışında ne yaptım? Duyarlı olduğumu sanmamın nedenleri neler olabilir? Acaba duyarlı olduğum için değil duyarlı olmadığım için, vicdanımı rahatlatmak için mi paylaşıyorum bu fotoğrafları?” gibi soruların sorulması gerekiyor. Aslında, gerçekten yardımda bulunanların çok azı, “şöyle yardımda bulundum”, “ben böyle duyarlıyım” türünden sosyal medya paylaşımlarında bulunuyor.
Ayrıca, şu sorular da var: Hani diğer çocuklara duyarlılık? Ya kirli savaşta öldürülen çocuklar? Kıyıya vuran çocuk fotoğrafının bu kadar çok paylaşılmasının bir diğer nedeni, belki bu ölümün failinin ilk anda belli olmaması... Üstelik hem Suriye’de savaşı körükleyip hem de bu ölümden Avrupa’yı sorumlu tutmak yüzsüzlüğünün deşifre edilmesi gerekiyor.
Savaşın başlatıldığı 2011 yılında, Suriye nüfusu, yaklaşık olarak 22 milyondu. 4,5 yılda 4 milyon kişi sığınmacı oldu ve bunların yarısı ya Türkiye’de yaşıyor (daha doğrusu yaşamaya çalışıyor) ya da Avrupa’ya geçmek üzere Türkiye’de ‘bekliyor’. Bu 4,5 yılda her güne ortalama 135 ile 196 arasında ölüm düştü. Savaşta çoğu sivil olmak üzere nüfusun yüzde 1’i şimdiden hayatını kaybetti. Sığınmacı sayısı ise, oranlarsak yüzde 18 civarında. Savaş daha da yoğunlaştıkça sığınmacı sayısı artacak ve ilk uğrak noktaları yine Türkiye olacak, sınırlar kapatılmadığı sürece. Ne yazık ki, artık bir istatistik oldular. Tam da bu nedenle Türkiye halklarının emek ve demokrasi güçleriyle birlikte çok acil olarak barış savunuculuğuna ihtiyacı var. Bunu zaten ülkede artık sıradanlaşan ölümler dolayısıyla hissediyoruz; kıyıya vuran çocuk da barış savunuculuğu ihtiyacının altını çizmiş oluyor.
‘Güleryüzlü bir kapitalizm’ bile, onu yaşatmaya yetecekti
Daha seyrek dile getirilse de başka fikirler var bu konuda: “Bizim durumumuz el vermiyor ki yardımcı olalım; biz de yardıma muhtacız; sürünüyoruz”. Doğrudur; ama herkesin yapabileceği birşeyler olabilir. Yardımın birçok türü var; maddi bir yardım olmak zorunda değil. Sığınmacılara zaman ayırıp onları bilgilendirmek bile önemli bir yardım biçimi. Serdar Değirmencioğlu’nun bianet’te yayınlanan ada notlarına bu açıdan dikkat çekelim. Yazar, adalara gelen sığınmacılara ada halkının nasıl yardımcı olduğunu anlatırken, kimilerinin bottan inmelerine yardımcı olduğunu, kimilerinin battaniye getirdiğini, kimilerinin çocuk giysisi bulduğunu, kimilerinin göçmenleri sahilden merkeze taşıdığını, diğerlerinin bilgilendirme yaptığını vb. anlatıyor. Onlar adalarda böyle karşılanırken, Türkiye’de “görüntüyü bozuyorlar” diye turistik bölgelerden atılıyorlar. Onun yerine, kapitalizm açısından konuşursak, turistik bölgelerdeki işletmeler, ‘sosyal sorumluluk projesi’ kapsamında ya da “biz ne kadar ahlaklı, iyi niyetli bir şirketiz” türünden göz boyama amaçlı bile olsa, parklarda yatan ailelere yardımcı olsalardı, belki o çocuk ölmeyecekti. ‘Güleryüzlü bir kapitalizm’ bile, o çocuğu yaşatmaya yetecekti. Yani devletlerin olduğu kadar kapitalizmin de bu ölümde sorumluluğu var.
26 Mayıs 2015 tarihli bir haberde, bir bar işletmecisinin sözlerini hatırlayalım: “Son zamanlarda ilçede turizme yakışmayan görüntüler ortaya çıkmaya başladı. Açıkçası işletmemin önünde Bodrum Limanı’nın hemen yanında Suriyelileri değil turistleri görmek isterim.” Bu açıklamadan sonra, parkta uyuyan Suriyeli aileler (üstelik de Türkmenlerdi) Söke’ye sürüldü. Dinen zekat, fitre ya da sadaka için olsa bile yardımda bulunulabilirdi. O çocuk için geç, diğerleri için değil. En azından dindarların inançları doğrultusunda bu yardımları yapması gerekiyor.
Gri noktada ölüm
Karşı kıyıya gitmek için, ellerinde ne var ne yok insan tacirlerine kaptırıyorlar. Kimisi borçlanıp tacirlerin eline düşüyor ve kölelik koşullarından kurtulamıyor. Onların yolculuğu hem yasal hem yasal değil. Tam bir gri nokta örneği. Denizde sınır var; ama yok.
Bu belirsizlik, ölümler için zemin hazırlıyor. Onun yerine, Suriyeliler, eskiden Türkiye için olduğu gibi, Türkiye’de kurulacak ofisler üzerinden göçmen işçi olarak çeşitli ülkelere gönderilselerdi, o çocuk ölmeyecekti. Bundan sonraki çocuk ölümlerini durdurmanın ya da en azından azaltmanın yollarından biri, bu göçü yasallaştırmaktır.
Ayrıca, Arap ülkelerini karışıklığa sürükleyerek onlardan dev göç dalgaları yaratan Birleşmiş Milletler gibi kuruluşlar, Avrupa ve ABD hükümetleri ve Türkiye’deki savaş yanlısı hükümetler, sorumluluklarını kabul etmeli ve başka ülkeleri Balkanlaştırmanın dönüp dolaşıp kendilerini vurduğunu artık görmelidirler. Avrupa ülkelerinin emek ve demokrasi güçlerine ülkelerinin savaş politikalarına karşı durmak gibi büyük bir görev düşmektedir. Onlar bu kadar cılız olmasaydı, Avrupa’ya bu kadar büyük bir göç akışı olmayacaktı belki de... Fakat sorumlu listesi bununla da sınırlı değil. Zengin Arap ülkeleri ne Arakan’a ne de Suriyelilere sahip çıktı. Din kardeşliğinin de Arap kardeşliğinin de esamisi okunmuyor. Kıyıya vuran çocuk, aslında, din kardeşliği yokluğuna bir yanıt gibi duruyor karşımızda.
Bundan sonraki ölümleri nasıl durdururuz?
“Yazık oldu sana çocuk” hissi yerine, “bundan sonraki ölümleri nasıl durdururuz?” sorusuna odaklanmak gerekiyor. Bunu yaparken de, çocuğun eşlikçisi olan büyükleri görünmez kılan ve onlar öldüğünde bu kadar ilgi göstermeyen anlayışı sorgulamak gerekli. Çocuk ölünce yazıklanan ama büyükler ölünce bunu dert etmeyenler, Suriye Savaşı’nı çocuklara indirgeyerek izlenme oranlarını ya da beğeni oranlarını arttırabilirler; ancak böylece bundan sonraki olası ölümlerin önüne geçilmiş olmayacak.
Avusturya’da bir kamyonda havasızlıktan ölen 50 sığınmacı, Türkiye’de bir haber değeri taşımıyorsa (taşıdığında ise, Avrupa düşmanlığına cephane sağlamaktan öteye geçilmiyorsa) sosyal medyadaki gözyaşlarının sahiciliği sorgulanmalıdır. Ancak, sorgulamak, yargılamak değildir. “Siz zaten böylesiniz” ya da “anca’ fotoğraf paylaşıyorsunuz” gibi suçlayıcı ifadelerin, insanları birşeyler yapmaya ve sığınmacılara yardımcı olmaya yöneltmediğinden yarardan çok zararı olacaktır. “Bunu engellemek için birlikte neler yapabiliriz?” sorusunun bu tür fotoğrafların paylaşımına eşlik etmesi gerekiyor.
“Kör ölür badem gözlü olur” ifadesi üstüne de daha fazla düşünmemiz gerekli. Kültürel değerler nedeniyle, ölünün arkasından kötü sözler söylenmesi pek hoş karşılanmıyor. Bu, aynı zamanda, yaşayanlara değer verilmediği anlamına geliyor. Burada da, “yaşayanlara yeterince değer vermediğimiz için mi ölümler artıyor?” diye sormanın zamanı geldi de geçiyor bile.
“Ankara Metrosu’nda dövülen Suriyeli çocuk” haberini ele alalım örneğin. Suriyeli çocuklar Türkiye’de kendilerine bir gelecek göremedikleri için değil midir, anne babalarıyla Türkiye’yi terketmeye çalışmaları... Demek ki, ölülerin arkasından kötü konuşmayan ülke, sanıldığı kadar konuksever de değilmiş...
Yani özetle, “şimdiye kadarki ve bundan sonraki ölümlerde dahlim oldu mu ve olacak mı?” sorusunu sormak gerekiyor. Kıyıya vuran bir çocuk ve daha nice soru... Sorular sorular... Sözlerimizi bir röportajında “20- 30 yıl önce yazdığı ‘Mültecinin şarkısı’ gibi şarkıların gerçek olmaya başladığını” söyleyen Yunan besteci Eleni Karaindrou’nun ‘Mültecinin Şarkısı’ adlı eseriyle noktalayalım...