Tüm dünya genelinde hüküm süren ataerkil anlayış, kadının, haberlerdeki yer alış biçimleriyle veya kadınların temsillerine ayrılan kısıtlamalarla pekiştirilmeye ve yeniden üretilmeye devam ediyor. Erkek hegemonyasının yeniden inşasına hizmet eden bu anlayış, gerçeğin işleniş biçimiyle doğru orantılı.
Gerçeklik, doğası itibariyle somut bir çerçeve içinde var olur ve onun temsili de bu somut çerçeveyi bulma, yansıtma arayışı içerisindedir. Peki, gerçeklik kurgulanabilir mi, kurgu, gerçeğin önüne geçebilir mi? Bu soruya şu şekilde cevap vermek mümkün; gerçeği, kendi öz bağlamından alıp, başka bir bağlam içine yerleştirirseniz, gerçek değişmez ama gerçeğin algılanış biçimi değişmiş olur.
Algılamadaki bu değişiklik gerçek ve kurgu, güncel ve geçmiş, bilinç ve bilinçdışıyla sarmal bir ilişki içerisindedir. Bu sarmal ilişki, geçmişin bilgisi, güncelin bilgisi ve aktarımdan gelen bilgiyle şekillenir. Ayrıca, bir temsilde neyin öncelik gösterilen ya da ön plana çıkarılan olduğu geri planda kalan nesneyi gölgelemesi açısından önem arz eder.
Yani bir anlamda, neyin söylendiğinin önemi kadar, neyin söylenmediğinin de önemi büyük.
Fransız sosyolog Jean Baudrillard’ın da dediği gibi, "temsil ya da imgenin işlevi görünüm yaratmak, gerçek diye bir şey olmadığının 'gerçeğini' gizlemektir". Ve bu aşamayı da Disneyland'ın işlevinin Amerika'nın koca bir Disneyland olduğunu gizlemek olduğunu söyleyerek örnekler. Çünkü gerçek işlemsel bir şeye dönüşmüştür.
Aynı şekilde, kadının haberlerde yer alış biçimi de, işlemsel olarak erkeğin egemen dünyasını referans gösterir. Peki, toplumların bekası için bu ne kadar mühim? Bu konudaki görüşünü Neil Postman Televizyon Öldüren Eğlence kitabında şöyle ifade eder:
"Bir kültürdeki mevcut iletişim araçlarının o kültürün entelektüel ve toplumsal meşguliyetlerinin şekillenmesinde başat bir etki yaptığının mantıklı ve özellikle geçerli bir varsayım olduğuna inanıyorum."
Bu yüzden, var olan duyarsızlıkla, medyanın, insan hakları kavramınının içeriğini boşaltma eğilimi düşündürücü denebilir.
Öncelikle, "Hak haberciliği" yapan gazeteciler için bu, önemsenmesi gereken bir durum. Hak odaklı habercilik toplumların, eşitlik ve dengelik yönünden dönüştürülmesini hedef alan habercilik anlayışı. Hak haberciliği kadını konu aldığında onun adı artık kadın odaklı habercilik olmaktadır.
Türkiye’de demokrasi ve kadın
Türkiye, demokrasiyi tam anlamıyla henüz içselleştirememiş bir toplum örneği. Şu an karşı karşıya kaldığımız sorunların kaynağı bu mesele gibi görünüyor. Elbette, burada yine demokrasi bir kavram olarak bize ne ifade ediyor onu düşünmek lazım. Çünkü eski tanımıyla demokrasi çoğunluğun özgür iradesiyle kendisini ortaya koymasıydı.
Bu tanım, halkın kendini özgürce ifade etmesinin engellendiği bir siyasi alt yapıdan kurtulmak için gerekli olan bir şeydi, ve bu eşitlik demekti. Halbuki, zamanla bu ifade yetersiz gelmeye başladı çünkü artık, çoğunluk kendini ifade edebilirken, azınlık hakları önemsiz mi tartışması doğdu. Dolayısıyla, artık demokrasi dediğimiz şey, dönüştürülmüş, eksik temsil edilenin tarafına geçmiş ve azınlıkların temel hak ve hürriyetlerini özgürce ifade edebilmeleri anlamına gelmiş oldu.
Tam da bu noktada sahneye, demokrasinin kılıcı olarak tanımlayabileceğimiz, gazetecilerimiz ortaya çıktı. Ve mesleğini insan ekseninden yürüten bu gazetecilerimiz, eksikliğini hissettikleri bir kavramı ortaya çıkarma ihtiyacı hissettiler "haklara dayalı habercilik".
Bu anlayış, herkesin eşit miktarda ve dengeli temsil edilmeye hakkı olmasından referans alıyordu. Oysa, ulusalcılığın başlarından itibaren, yaşadığımız topraklarda azınlıklar daha çok siyasi literatürün bir parçası olarak görülmüş ve işin toplumsal tarafı pek düşünülmemiştir.
Yani, Kürtler, Lazlar, Çerkezler veya eşcinseller ya da şöyle diyelim çoğunluğun normlarına uymayan farklı yaşayan, farklı düşünen insanlar daha çok marjinal olarak adlandırılmışlardır. Ne kadar ironik ki, dünya nüfusunun yüzde 52’sini Türkiye nüfusunun yüzde 50’sini oluşturan kadınlar da azınlıklar kategorisine giriyor.
Halbuki, kavramlar ve terimlerin güncel uygulamaları çok önemli çünkü, onlar da ileride yerleşecek ve algılanış biçimleri de bugünün tanımlamalarıyla oluşturulacak. Fakat toplumun geneli demokrasi değil, tüketici odaklı habercilik anlayışına tabi. John O’Neill’ın da belirttiği gibi, "Aslında eleştirel görüşmelere dayanan demokratik tartışma, vatandaşların olaylar hakkında bilgi sahibi olmalarına ve işitmekten hoşlanmayabilecekleri görüşlerden haberdar olmalarına bağlıdır. Basında neyin, nasıl ve ne kadar yer alacağı kararı, piyasada tüketici tercihiyle biçimlenir. Demokratik tartışma amaçları için neyin, nasıl, ne kadar vurgulanması konusu bu tercihlerle tamamen uyuşmaz olabilir."
Bundan yüz kadar yıl önce Karl Marx ve Friederich Engels’in "The German Ideology" adlı kitaplarında da belirttikleri gibi; bir toplumda mal üretimi araçlarına sahip olan sınıf aynı zamanda zihinsel üretim araçlarına sahip olan sınıftır. Dolayısıyla dominant kültür beslenmiş ve var olan eşitsizlik pekiştirilmiş olur.
Erkek egemenliğinde kadının temsili
Burada temsil eden yani erkek hegemonyası ve temsil edileni yani kadını, öncelikle vermek istediği mesaja uygun hale getirip, sonrasında alıcının aklındaki sesiymiş gibi davranmaktan geri kalmaz. Üstelik erkek hegemonyasını kanıksayan kadın sayısı da hiç azımsanacak gibi değil.
Yani, kadının da temsil edildiği haberler yapma eğilimi, aslında erkek kişisine açılmış bir biyolojik savaş değil, tam anlamıyla haklar mücadelesi. Erkek gözüyle bakış, hiç tereddüt etmeden alıcıyı çengellemek için kadın figürünü kullanır. Zaten alıcı olan erkek ve yukarıda belirttiğim gibi hatta kadın kitle, toplumdaki rol modellerini, temsillerinin pekiştirmeleriyle öğrenmişlerdir.
Burada Joe Klapper’ın pekiştirme "reinforcement"* teorisinde ne kadar haklı olduğunu da görebiliriz. Dengesiz ve eşit olmayan dağılımın oluşturduğu bu rol modellere tepkiler de bir kaç feminist görüşten "başka bir şey değil". Çünkü, feministliğin algılanış biçimi de bu dominant kültürün şekilciliğiyle oluşturuluyor.
Herhangi bir kategori oluşturmak için, öteki olana ihtiyaç duyuluyor; ona göre kendisini tarif etmeye çalışıyor. Bu ötekileştirme geleneği çoğu zaman toplumları ayrıştırıcı oluyor, "biz"i tanımlamak "siz"in varlığına gerek duyuyor. Buradaki "biz" süper egonun da yardımıyla gelenek haline dönüşmüş kahraman ‘biz’ olarak tanımlanmaktan kendini kurtaramamıştır.
Tarih kitapları da çoğunlukla bu "biz" kahramanlarının hikayeleriyle dolu değil mi? Dolayısıyla, çarkın dişlileri yani baskın olanın dişlileri, öğretilerek ve pekiştirilerek günümüze getirilen ve hiyerarşik bir yapı barındıran ikili karşıtlığa (binary opposition)** uygun halde işliyor. Onu sorgulamaksa akıntıya karşı kürek çekmekten öteye gidemez çoğu zaman.
Fakat daha sonra feminist söylemde bu ikili karşıtlıklara gönderme yapılacak ve diyecekler ki, bu karşıtlıkların bir tanesine olumluluklar yüklenirken, diğerine hep istisnasız olumsuzluklar yükleniyor. Bu yüzdendir ki, kadın kişisi, erkek olmayandır; hatta olamayandır. Diğer yandan, siyah kim? beyaz derili olmayan, homoseksüel kim? Heteroseksüel olmayan, Kürt kim? Türk olmayan gibi devam eden ve çatışmaların kökünü oluşturan karşıtlıklar yumağıyla kimlikler ayrıştırılıp farklılıklar yaratılıyor.
Yani, kimlikler, kendilerini öteki olan üzerinden tarif etmeye çalışırken olumsuz veya olumlu ön eklerini de beraberinde taşıyorlar. Hak haberciliği de, bu ikili karşıtlıklar meselesini, dengelemeye çalışan bir oluşum gibi görünüyor. (ST/GG)
* Bkz. Joseph T. Klapper, “Kitle iletişiminin Toplumsal Etkileri” Çev: Filiz Aydoğan, Kuram, 74-78, (1995)
** Bkz. Fransız Antropolog Claude Levi-Strauss’un yapı taşları arasındaki ilişkilerin benzerlik ya da farklılık prensibi
- Sema Topbaş, Bilgi Üniversitesi, Televizyon Gazeteciliği Bölümü öğrencisi
- Topbaş'ın yazdığı makaleyi kısaltarak yayınladık. Makalenin tamamına dosyalar bölümünden ulaşabilirsiniz.