“Bu yazı en çok kendime ithaf, unutmayayım diye.”
Aslında bu yazının başlığı “Fuar emekçisinin gözünden kitap fuarı”ydı. Sonradan değişti. Aslında bu yazı da kendime ithaf; unutmayayım diye. Kimi? Neyi?
Çocukluğum haritada nokta kadar bir ilçede, kitaplar arasında geçti. Noktalar babamın memuriyeti sebebiyle değişse de kitapla aramdaki bağ değişmedi. Kitapla aramdaki bağ dostluktan öte. Onların, gerçek hayatla aramda oluşturduğu o kaygan zeminde hayata tutunmaya çalıştım. Beceremedim de. Çok düştüm, çok aradım. Fakat asla kitaptan kopamadım. Peşinden sürüklendim; o da bana hep içini açtı. Her türlü hâlini gösterdi. Neredeyse her hâlini gördüm. Matbaaya gelişi, hazırlanışı, giyotinde kesimi, matbaa kalıplarının hazırlanışına kadar az çok bilirim ve şahidi oldum.
Hamallığını bile yaptım. Bu yazının meselesi de bir nevi hamallık meselesi; fuarların o şaşalı dekorlarının ardında yaşananların, şahitlik ettiğim kadarıyla anlatılması. Bir de tabi bir borç meselesi… Kime? Kötü muamele gördüğü için ustasından dayak yemesine ramak kala araya girdiğimiz o “çocuk işçiye” olan borç.
Bir önceki sene de fuara katılmış ve yine benzer şeylere şahit olduğumdan pek gitmek istemesem de “bu sene farklı olur” umuduyla gitmek istedim. İstanbul’dan iki senedir gelen bir sahafın stant için birilerini aradığını öğrendim. Numaramı vermişlerdi. Aradı, konuştuk. Urfa’ya çalışanlarından iki kişiyi göndereceğini söyledi. Diğer türlü maliyetli olacağından çok fazla eleman göndermek istemiyorlarmış. Otel, uçak, yeme içme derken maliyet artacakmış. Güya oradan birileri olsun, “dostluklar da oluşsun” istiyorlarmış falan.
Yemek artı bir işçi yevmiyesi kadar fiyata günlük olarak anlaştık. Kurulumların ağır olacağını, bu yüzden birilerini daha bulmamızı istediklerini söylediler. Üç kişi gidecektik. Onlardan iki kişiyle beş kişi olunca bu işin altından kalkılır diye düşünüyorduk.
Sabah erken evden çıktım. On dakika yürüyüşten sonra fuar merkezine ulaştım. Arkadaşları aradım; onlar da yoldaydı. Orada buluştuk. İçeriye girdiğimiz an kurulum yapan işçilerin gürültüsü başladı. Şivelerinden —hep şivesinden tanınacak olan biz değiliz ya— dışarıdan geldiklerini anladık. Adamları fuar firması Ankara’dan getirmiş. Urfa’ya katkı olması planlanan bir fuar ve çalışanlar dışarıdan getiriliyor. Yaşları büyük olsa da çalışanların içinde çocuk denecek yaşta bir sürü kişi vardı.
Biz kurulumu yaparken gürültü koptu; çocuklardan birinin üzerine kendisinden yaşça büyük biri yürüyünce araya girdik. Çocuk ısrarla “Benimle küfürlü konuşamazsın!” diyordu, öteki ise saçmalıyordu.
Sahafın elemanları da gelince kibirli bir tanışma safhasından sonra “kamyoncuyu” bekliyorduk. Kamyon yerine kocaman bir tır geldi. Şoför indi, kasanın kapaklarını açtı. Neyse ki tır sonuna kadar dolu değildi fakat yine de rafa dizilecek olan kitapların beş altı katı kitap vardı. Kitaplıklar da vardı. Fuar firmaları kitaplıkları da kabloları da her şeyi gelen firmalara satıyor. Her şey ücretli.
Eşyaları, kamyoncunun acelesi yüzünden acilen indirmemiz gerektiği söylendi. Sahafın “size yardımcı olacaklar” dedikleri, bir iki el atıp kenara çekildiler. Kaldık biz bize. Koliler ölü gibi ağır; ağzına kadar doldurulmuş. Bir kısım kitaplar da poşetlerde. İndirdiğimiz eşyaların bir kısmını da “karşı standa bırakın” dediler. Biz de orası müsait, “şuraya bırakın” dediklerini sandık. Sonradan öğrendik: Karşıdaki sahafın malzemelerini de bize taşıtmışlar. Mesele taşımakta değil, mesele samimi olup söylememekte. Bunu bilerek söylemediler. Sırf o sahafla yol masraflarını İstanbul’dan bölüşmüşler diye bunu yapıyorlar.
Arada dinleniyoruz. Çevreyi inceliyorum. Urfa’dan katılan firmalar da var fakat katılanların büyük kısmı “kırtasiyeler.” Onlar da devlet yardımıyla (KOSGEB falan) “fuara katıldık” diyerek zaten o paranın bir kısmını geri alıyorlar. Nasıl yapıyorlarsa bilmiyorum.
Saat dördü buluyor. Sözde öğle yemeği yiyeceğiz. Onu da biz hatırlatmasak umurlarında değil. Yemek geliyor; en ucuzundan yemek. Sonra tekrar işe dönüyoruz. Çalışanlardan biri güya kitaplıkları monte ediyor da vakit öldürüyor.
Kitapları tırdan indirmemiz bitince, kitap kolilerini açıyoruz. Kolileri “yüzlük, ellilik, kırklık” diye fiyatlandırmışlar fakat açtıkça içinden çıkanların çöp olduğunu görüyoruz. Getirdiklerinin büyük kısmı çöp; İzmir Kitap Fuarı’ndan arta kalanları getirmişler. Dizebildiğimiz kadar raflara ve karton kutulardan yaptığımız tezgâhlara diziyoruz. Fuarın kapanış saatine yakın çıkıyoruz. Herhangi bir ücret yok; “satış yapılınca verecekler” güya.
Eve gelip duş aldıktan sonra ölü gibi yatıyorum.
İkinci gün sabah erken uyanıp çıktım. Çalışanlardan önce fuardayız. Bir saat sonra geliyorlar. Dün yarım kalan dizme işini yapacağız. İşe başladığımız an birileri “Elemana ihtiyacınız var mı?” diyor. Yok diyoruz. Aynı soru tekrar tekrar geliyor; bir önceki seneye oranla çok fazla iş arayan genç olduğunun farkına varıyorum. Çoğu üniversiteli ve liseli. Güya ekonomik göstergeler iyiye gidiyor da güya iyiyiz de pazarda çürük meyve sebze toplayan, cebinde parası olmayan gençlere ne demeli?
Her iki sahafın çalışanı da kendi kendine eğleşiyor. “Kitapları şuraya alalım” diyor. Alıyoruz. Sonra “şuraya alalım” diyor. Oraya alıyoruz. Her kolinin yeri on kez değişti. Arada dinlenip üstüme başıma bakıyorum; içerisi toz toprak dolu. Hamallık yapanların bir kısmı Suriyeli.
İkinci günü de bitiriyoruz. Yine ücret yok.
Fuarın açılış günü. Açılış yapılmış, biz görmedik. Girişte gelecek olan yazarlara bakıyorum; aynı tezgâhtan çıkmış gibiler —içlerinde birkaç isim dışında: Şermin Yaşar, Ayşe Kulin gibi.
Katılan yayınevleri de bir tezgâhın ürünü gibi. Aynı firma, Tüyap’ın gitmediği şehirlere hem aynı yazarları hem aynı yayınevlerini davet ediyor, bir şekilde katılımlarını sağlıyor.
Urfa’ya has ne var? Bir yayınevi (Sidar), yerel yazar standı (büyük lütuf), bir de İl Milli Eğitim’in öncülüğünde “Yazar Öğretmenler” standı. Etrafında korumasıyla dolanan ve bir fotoğraf çekip koşarcasına uzaklaşan siyasiler, müdürler dolanıp duruyor. Şaibeli Milli Eğitim Müdürü de orada. Sahafın olduğu tarafa yönelse protesto edeceğim. Kendimi hazırlıyorum:
“Emanete hıyanet ettiniz!
Size emanet edilmiş çocuklar taciz edildi. Bu fuara gelmeye utanmıyor musunuz?” diyeceğim. Neye mal olursa olsun! Önü ilikli kalabalığıyla ortadan çıkıp gitti.
Öğretmenler görevlendirmeyle sanırım fuara öğrenci taşıyor. Belediye bazı okullara dolmuş bile ayarlamış. İlçeden gelenler var, kenar mahallelerden. Zaten hemen anlıyorsunuz. Çocuklar ellerindeki son harçlıklarıyla bir şeyler almaya niyetleniyor. Çoğu utangaç, soru sormaya korkuyorlar. Keşke mümkün olsaydı da hiçbirini boş çevirmeseydim…
Gelen öğrencilerin çoğu kitap yerine hediyelik eşya ve poster alıyor. Bir önceki sene de kupa bardak satmıştık, defter satmıştık. Türkiye’de belki de altı yüz bin öğrencisi olan ender şehirlerden birinin fuarı ve kitap satılmıyor! Bu ibretliktir. Yine de kitap alan bir kitle de vardı; az olmasına rağmen vardı.
Bazı kitapları da kendim için ayırıyorum, sonra kendi paramla alıyorum (sağ olsunlar yirmi lira indirim yaptılar). Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Turhan Yıldırım, Jale Sancak, Salih Bolat, Aynur Kulak, Hulki Aktunç, Çağdaş Danimarka Şiir Seçkisi ve en çok da Rüştü Onur’un Mektubun Avcumda kitabını aldığıma seviniyorum. Hemen açıp çay molası veriyorum.
Elimde Rüştü Onur:
Gene bulutlar sarkacak, dallarımızdan
Tuhaf olacak söylemesi,
Esvaplarını kimler giyecek
Ve acep kimler soracak Allah'a,
Bütün bulutların
Ne işe yaradığını,
Şarkımız bitince bu şehirde…
Bulut yok, yağmur bile yok. Fuarda kuru bir gürültü. İlk gün olmasına rağmen satışlar iyi. Satışların büyük kısmı kitap dışı ürünler. Dışarıdan gelen yayınevleri satış yapamıyor. Malum kitap fiyatları yüksek, ekonomik sebepler… Bir de tabii internet fiyatlarıyla yarışmak zorundalar.
Gün sonu geliyor. Saat sekize yaklaşıyor. Çıkmaya hazırlanırken sadece bir günlük paramızı veriyorlar. Bir gün! Çıkışta bakıyorum, anlaştığımız fiyat değil. Kesinlikle değil.
Eşimin bir yakını vefat ediyor. Taziyeye gitmem gerek. Yerime birilerini bulup gitmiyorum. O gün de yine eksik para veriyorlar. İstanbul’daki sahafı arıyorum.
Bana yemin billah edip söylediğim fiyatı konuşmadığımıza ikna etmeye çalışıyor. Üstüne “Bunamadım yahu!” deyip haklı çıkmaya çalışıyor. Tavrını sevmiyorum. Gitmiyorum. Onlar da kalan paramızı vermiyor. Güya zarar etmişler de zor durumdalar da vereceklermiş de işler iyi olsunmuş da…
Şuna kesinlikle emin oluyorum: Fuarın o aldatıcı ışıklarının altında, dizili rafların arasında onca emek hırsızlığı saklanıyor. Onca şey görünmüyor.
Ustasından dayak yiyen çocuk işçi de görünmüyor, emeği çalınanlar da, Suriyeli hamalların alın terleri de, yayınevlerinin sömürdüğü ve boynu büyük okur bekleyen genç yazarların hüznü de görünmüyor. Ve kitabın tüccarları da maalesef diğer tüccarlar gibi çirkinliklerini saklıyorlar.
(İT/EMK)

