Bir iki istisnayı saymazsak, gençliği, ‘90’lı yıllara denk gelmiş 27 kadındık. Karanlık bir tabloyu tanımlarken kullandığımız ‘90’lara dönmek’ deyimini kanlı canlı yaşamış; üniversite amfilerinden, iş atölyelerinden kopartılıp, aynı siyasi kadın koğuşuna konmuş 27 unutulmaz dosttuk... Okuyan, üreten, sanki cezaevinde değilmiş gibi hep yapacak bir işi olan meşgul insanlardık. Büyük insanlığın acılarını içimizde hisseder, kuşağımızın çok sevdiği “Gönül Adamı”* gibi gözümüzün kenarında bir damla yaşla dolaşırdık. Ve mutlu olmak için maddi nedenler aramazdık. Genellikle gülümserdik... Cezaevi komutanının verdiği isimle ‘amazon koğuşu’yduk. “Artık tek göğsümüzü kesmemiz farz oldu” deyip buna da kahkahayla gülerdik... “Karanfile eğilimli” 27 sade insandık... Sakarya Cezaevi'nden 99 depremi nedeniyle getirilmiştik Gebze'ye.
19 Aralık 2000... Sabah saat 5... Asker postalının o düzenli ritmik sesiyle doğan güneş, batarken, içimizden ne kadar çok şey götürecekti, henüz bilmiyorduk. Gaz maskeli yüzlerce özel eğitimli asker, çatıları, koridorları doldurmuştu. Gün doğumu, gaz bombalarının dumanıyla, havalandırmalara sıkılan kurşunlarla, hortumlardan sıkılan ve ne olduğunu bilmediğimiz maddelerle yaralanmıştı. Büyük balyozlarla çatıları delmeye, iş makinalarıyla duvarları yıkmaya çalışanlar bir bilim kurgu filminden fırlamış gibiydi. Büyük bir savaşın önemli bir cephe taarruzuna hazırlanır gibi gelmişlerdi. Ve kaç kişinin öleceği hiç umurlarında değildi.
“Amazon koğuşu”nu en sona bırakmışlardı. Tüm cephanelerini kullanıp erkek arkadaşları henüz inşası bitmeyen F tipi cezaevlerine giden ring araçlarına doldurmuşlardı. Arkadaşların veda eden sesleri ulaşıyordu bize. 27 kadın, koğuşun üst katında toplanmıştık. Karşı koğuşun çatısından, silahla gaz bombası atıyorlardı. Kırılan cam, haddi hesabı olmayan gaz, yanı başımızda dolanan ölüm ve bu yöntemle ‘hayata dönme’nin garipliği... Ailelerimiz için de o gün, günün ilk saatlerinde çalan acı bir telefonla başlamıştı. Günler sonra, onların da cezaevinin etrafında oturan herkesle birlikte ne kadar zor anlar yaşadıklarını, bir haber alabilmek için gaz bulutlarının arasına girip çıktıklarını öğrenecektik.
Bir köşesine toplandığımız koğuştan, aşağıdaki havalandırmaya indirilmiştik. Bu kısa merdiven yolculuğuna, sıkı bir dayak, kolumuzdan çekilip kopartılan künyelerimiz ve gün ışığı görmemiş küfürler eşlik etmişti. Henüz kadınlar için yapılan F tipi cezaevi hazır olmadığı için bizi bir yere götürmeyeceklerdi. Ancak ölüm orucunda olan arkadaşları sürükleyerek hastaneye kaldırmaya çalışıyorlardı. Bir cezaevi havalandırmasında, 27 kadının karşısına dizilmiş yüzlerce asker vardı. Ve üzerimize doğrultulmuş yüzlerce silah... O an inanılmaz bir şey oldu. Kar yağmaya başladı! Üstü başı ıslak, gaz solumaktan mahvolmuş, her yeri yara ve kesikler içinde 27 ‘amazon’ başımızı gökyüzüne çevirdik. Yüzümüze vuran kar taneleri bizi nasıl da mutlu etmişti. Silahları unutmuş, projektörlerin ışığında muhteşem görünen karı seyrediyorduk. Eğer bir film seti olsaydı burası, kar, kan ve silahların çizdiği bu sahne asla akıllardan silinmezdi. Yılın ilk karıydı ve havalandırmada biriken kanımızın üzerine yağmıştı!
Günler sonra bile gaz bombasının etkisi geçmediği için koğuşumuza giremiyorduk. Havalandırma, eşyalarımızın üst üste yığılıp oluşturduğu bir enkazı barındırıyordu. Meltem’in sazı, Şaduman’ın çiçekleri, Nevin’in çalışma dosyaları paramparça olmuştu. Enkazın içinde yarısı neredeyse kırılmış bir cd çalar vardı. Şans bu ya, meğer hayatta kalmış bu zavallı alet. Play düğmesine basınca bir şarkı doldurdu havalandırmayı... 27 ‘amazon’ yavaş yavaş toplanıp, günler sonra yaşama dair bir ses duymanın şaşkınlığı içinde, olduğumuz yerde çöküp sessiz bir tören edasında dinledik bu şarkıyı:
“Sabahlar isterdim asi ve mavi, büyüsün isterdim ışığın rengi
ama gel gör ki kötüyüm bugün, sesime ses değse çığlık oluyor
üşüyor toprak, taşlar üşüyor, vuslatı yakın eden yollar üşüyor...”
“Asi ve mavi sabahların” üstüne çöken 19 Aralık’ın tüm pervasızlığına rağmen 27 amazonun hayatta kalması tamamen tesadüftü. Ölen arkadaşlarımız da yaşamlarını devam ettirselerdi yaşamın bir yerlerinde üretmeye devam edeceklerdi.
19 Aralık’ı takip eden yılbaşına açlık grevi ile girmiştik, tahmin edeceğiniz üzere en çok yaptığımız espri, “bütün yıl aç kalacağımız”dı. Espri olmaktan çıktı ve devam eden açlık grevlerinde 122 kişi daha öldü.
Bir devlet olsun ki, bir politikasını bu kadar insanın ölümü pahasına hayata geçirsin; onca toplumsal muhalefete rağmen bunun doğruluğunu ısrarla savunsun... Cezaevleri gibi hem tutuklular hem de aileleri açısından milyonlarca insanı ilgilendiren bir sorunda, toplumsal bir mutabakat aramaksızın, bıçakla keser gibi müdahale etmeyi meşru saysın... Operasyonu düzenleyenlere ödül, mağdur olanlara ceza versin... Uzun tutukluluk yıllarını tek başına geçirmeyi, mahpusluk içinde duvarları yalnızlıktan örülü bir mahpusluk daha çekmeyi insani değerlere aykırı görmesin... Bir devlet olsun ki, dünyada denenmiş ve uzun yıllara yayılan bir işkence yöntemi olduğu kanıtlanmış bu uygulamanın perdesini ‘hayata dönüş’ ismini verdiği bir operasyonla açsın...
Amaç sadece tutukluların kaldığı yerleri fiziki olarak değiştirmek değildi elbette. Asıl amaç daha büyük, derin ve toplumsaldı. “Muhalefet etme biçimi, egemenlerin çizdiği sınırların dışına çıktığında işte başınıza gelecek şeyin somut hali budur” diyenlerin operasyonuydu 19 Aralık.
Hayalleri, inançları için ölümü göze alabilenlerin; ilkeleri için dünya nimetlerinden kolaylıkla vazgeçebilenlerin; yaşamın bir sürü konforunu elinin tersiyle itip büyük insanlığın sorunlarıyla uğraşanların olmadığı bir dünya istedi bu operasyonu yapanlar... Çünkü onlar olmadığında ideallerin çıtası giderek düşecek, insanlar küçük maddi çıkarlarının esiri olacak, başkalarının sorunlarına göz ucuyla bile bakmayacaktı... Hani Alman şair Pasteur Martin Niemöller’in ünlü bir sıralaması vardır... “Önce komünistleri götürdüler sesimi çıkarmadım”la başlayan... O kadar sessiz kalmıştır ki, sıra ona geldiğinde sesini çıkaracak kimse kalmamıştır. 19 Aralık operasyonu da bu sırayı takip etmemiş midir? Sıra toplumun tüm muhaliflerine geldi ve farklı düşünen herkes ‘öteki’ mührüyle oyundan dışarı atıldı. “Hayalsiz yaşıyoruz neredeyse” diyor Edip Cansever. Belki de ‘hayata dönüş’ operasyonunun amacını özetliyor...
Küçükken okuduğum bir romanı hatırlıyorum: “Filler Sultanı ve Kırmızı Sakallı Topal Karınca”. Yaşar Kemal’in muhteşem kitaplarından biri... Filler Sultanı, karıncalara hükmedermiş ve bu acımasız hükümranlığı bozmaya çalışan ‘kırmızı sakallı karıncaları’ kökten yok etme emri verirmiş. Ama bir tane bile kalsa bu karıncalardan, çoğalmaya başlarlarmış. Filler Sultanı, çok korkarmış onlardan, bir tanesi bile yaşamasın istermiş... Ve ne kadar zalim olursa olsun bunu hiç başaramazmış.
Bir haber vermek isterim Filler Sultanı'na, derler ki, kırmızı sakallı karıncalar hala yaşıyor... (ST)
* Leman dergisi'nde Güneri İçoğlu'nun çizdiği çizgi karakter.