Düşünüyorum. Kaotik bir halde düşüncelerim. Ne bir başı ne de bir sonu var zihnimi yoran düşüncelerimin; ayıklamak ve toparlamak olanaksız gibi. Sevgili anacığımın bir sözü vardı; “Doluya koyuyorum almıyor, boşa koyuyorum dolmuyor” diye.
Yaşamımızda ne çok boşluklar var; o boşlukları hep anlamsız “zerrecik”lerle doldurduğumuzu düşünmeyecek kadar meşgulüz maalesef. Hayatın kısalığı, toplumun dayattıkları bir yana; peşinden koştuğumuz içi boş meta mutluluğudur canımızı yakan. Oysa bütün bunlar boş ve anlamsız, inanın bana...
Hayat çok kısa; ölüm var ucunda. Bu gerçeği hepimiz çok iyi biliyoruz. Biliyorum. Kolay değil; naif olmamak gerek. Nasıl ki hem baharımız hem de yazımız var ve severek yaşıyoruz bu mevsimleri, karımızı ve kışımızı da, severek yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor. Yaşamımız boyunca varlıklarıyla hayatımızda büyük anlam taşıyan analar ansızın duyulmaz olduğunda anlıyoruz sevgisizliğin bizi ne kadar perişan edeceğini; çünkü, anaların sevgisi şartsız ve koşulsuzdur. Her ne kadar ölümlerin kaçınılmaz olduğunu bilsek de pratikteki sızı, mantığın dediklerine yabancı bir olgu olarak tenimize yapışıyor.
İşte bu nedenle bu kısacık hayatı sevgi ve huzur dolu olarak; dilediğince yaşamak gerekiyor. “Dünya malı dünyada kalır” denmemiş boşuna.
Bu düşünceden yola çıkarak diyorum ki, insan olarak arayışımızın bizi hem dinin hem de kapitalizmin ötesine nasıl götürmesi gerektiği üzerine kafa yormak gerekiyor.
Sonsuzluğa olan inancımızı sorgulamak gerekiyor. Bizim, sonsuz bir yaşama gideceğimizi öngören dini inançlar yerine, sekülerligi ve maneviyatı ön plana çıkaran bir yaşam biçimini nasıl sağlayacağımız üzerinde kafa yoralım. Amacımız daha özgür; sermaye ve sömürünün olmadığı bir yaşama giden yolu seçmek olmalı. Bu felsefi düşünceyle yola çıkılmalı ki, hak, özgürlük ve eşitlik kavramlarını esas alan toplum yapısı da mümkün olsun.
Ancak bana öyle geliyor ki yeterince merak etmiyoruz; ikna değiliz ve istemiyoruz. Basit olanı görmeyi tercih ediyoruz; kaotik olan hayatlarımızı az da olsa harmoniye dönüştürmek adına. Elbette ki tercihin anlaşılır psikolojik yanı da var: Çünkü güvensiziz, itaatkarız, sorgulamıyoruz. Bilinç düzeyimiz düşük olduğu gibi, öğrenmek için harekete geçen motorumuz da yok. Kolay mı araştırma eğitiminden ve kültüründen yoksun olmak? Gün boyu, kulaktan dolma yanlış, bölük pörçük konspire teorilerle beynimizi dolduruyor ve bunlarla besleniyorsak ve sonra da, en iyi bilen küstahlar olarak, arenalarda nutuklar veriyorsak kolay olmayacaktır.
Dar bir açıdan bakıyorsak dünyaya, kısır ağdan ibaretse bilgimiz mümkün mü evreni anlamak? Yol yordam bilmeden olmaz ki! Bu böyle süregiderken zaman da su gibi akıp gidiyor. Bizi daha iyi ve duyarlı insanlar kılacak değerleri yaşamayı da kaçırıyoruz bu kısacık hayatımızda. Hayalini kuracağımız bir düşümüz bile kalmıyor neticede; çünkü o düşleri kurma yetisi de yok olmuştur, alınmıştır; ambargo uygulanmaktadır beyin hücrelerine.
Buna bir başka neden de itaatkarlığımız. Sorgulamıyoruz yeterince. Halimize “şükürler” olsun; “daha beterinden saklasın”lara gömüyoruz başımızı. Böylece yarınımızı, bilinmeyen kadere terk ediyoruz. Doğaüstü bir gücün “altın elleriyle” bizi giderek battığımız bataklıktan çıkarıp göklere yükselteceğini umuyoruz. Bunun neticesinde küflenmiş bilincimizle baş başa “mutluluk” oynuyoruz; yanılsamalarımızı gerçek sanarak yani.
Sonuçta ne kişisel gelişimimizi sağlayabiliyoruz ne de sosyal, kültürel ve ekonomik olarak refahı yaşama imkanına kavuşuyoruz. Kısacası, olmayan ekmekle, işle, adalet ve barışla fantastik bir mutluluğu yaşamayı umuyoruz. Ne büyük bir çelişki, değil mi?
Haddime düşmeyerek diyeceğim o ki; mantıklı davranılmaması halinde, yarın atılmak istenen adımlar önüne, aşılması çetin, yüksek duvarlar örülebilir. Neticede o duvarlara çarparak yığılıp kalmak da var. Kapımıza dayanan ve hatta eşiğimizden içeriye sızan sonbaharı yaşıyoruz şu an. Sonra arkasından gelen kış var; hiç değilse onu az üşüyerek geçirmek de bizim elimizde olmalı!
Tarih de gösteriyor ki, biz insanların hafızası çok kısa, çünkü tarihte yapılmış olan kötülükleri çok çabuk unutmaktayız. Paradoksal olan; balyozla da vursalar kafamıza bazen; hatırlamak bile istemiyoruz. Garip değil mi? Bu olgu öyle enteresan ki, cellat gelip kapımıza da dayansa, onu Pir olarak görür; en iyi şekilde ağırlamak için elimizden gelen misafirperverliği gösteririz – hoş Pirlikte kalmadı ya. Çok merak etmekteyim: İnanmak ve anımsamak için ille kötülüğün acımasız pençelerini tenimiz de mi hissetmek gerek? Komşunun evi yanıyorsa, kıvılcımları mutlaka bizim evimize de sıçrayacak ve yakacaktır. Bu nedenle komşumuzun nasıl yaşadığı bizi bağlamalıdır. Söylemek istediğim şu ki, unutursak geçmişte işlenen ırkçılığın ve faşizmin vahşetini, kapımıza dayandığında korunmamız olanaksızlaşabilir.
Yakınımızdaki zulümleri görmek, kabul etmek zor geliyorsa; hafızalarımızı yoklayalım; Hitler`in milyonlarca insani farklılıklarından dolayı gazlayıp katlettirdiği karanlığa bakalım. Neredeyse aradan yüz yıl geçti; oysa Hitler`in ideolojisini savunan binlerce insan var etrafımızda. Örgütleniyorlar ve fırsat kolluyorlar o karanlık tarihi tekrarlamak için. Bu insan ve doğa düşmanı unsurlar ellerinden geldiğince yasalara el atmaya çalışıyorlar. O yasaları, emelleri doğrultusunda dizayn edip yürürlüğe koyma çabasındadırlar. Her gün yeni yeni entrikalarla, manipülasyonlarla doktrine ediyorlar bilinçsiz kitleleri. Çok açık ve kararlı bir beyin yıkama savaşımıdır verilen. Görmeliyiz bunları: Bunlar kendilerini “ulusuma, milletime, vatanıma, dinime, kültürüme, gelenek ve göreneklerime sahip çıkmak ve korumak” retoriği ile yola çıkıyorlar. “En iyi vatandaş, yurttaş ve liderler” diye tanıtıyor kendilerini. Onlar gibi düşünmeyenleri tolere etmemeyi sinsice öğretiyorlar; “terörist, bölücü, tehlikeli yabancılar” olarak tanımlıyorlar farklı olanı. Asimile edemediklerini büyük “tehlike” olarak lanse ediyorlar. İşte bunlardır en tehlikeli olanlar, senin için, bizim için, insanlık ve doğanın geleceği için.
Dikkat edecek olursak, bunlar, çaldıklarıyla yetinmeyen doyumsuz hasta ruhlara sahiptirler. Şimdiye değin, masum insanların ölümüne, lincine göz yumanlardır. Hak arayanları, eleştirenleri, biat etmeyenleri de zindanlara tıkmak isteyenler bunlardır. Öyle ki, ölüm cezaları verme yasalarını da getirme çabasındadırlar. Bunlardır milboyu duvarlar döşeyenler. Bunlardır başkalarının dillerinden, renginden kültüründen ve yaşam savaşımından korkanlar. Bu nedenle kullanılan retoriği; amaçlanan yarını görmezden gelirsek, yaşanması gereken aydınlık yarınlarımız da karanlığa bürünür.
Son söz olarak diyorum ki, korkmayalım Kırkayaktan; onun yüzün üstünde ayağa sahip olması, hızlı koştuğu anlamına gelmiyor... (HK/AS)