Çocuk yaştayken babasını kaybeden Bedri, kendisinden büyük beş kardeşi de evlenince Lalebey Mahallesi’nde dededen yadigar tarihi bir evde annesiyle yalnız yaşıyordu. Dışarıdan bakıldığında oldukça mütevazı ve hiç ilgi çekmeyen kapısından girdiğinizde, bambaşka bir huzur ve hayat vadeden, ortasında havuzu bulunan ve üst katlarda odalara açılan avlusuyla nev-i şahsına münhasır bir Diyarbekir eviydi.
Annesini yalnız bırakmamak için üniversite tercihini sadece Dicle Üniversitesi’ne yapmak zorunda kalmıştı. 90’lı yıllardı. Hayat Kürt illerinde zor olduğu kadar üniversitelerde de aynı şekildeydi. Eylemlerin, ders boykotlarının ve gözaltıların yoğunlukla devam ettiği bu tehlikeli ortamda birçok öğrencinin okulu yarım bırakarak, yüzünü dağlara çevirip, umutlarını başka bir iklimde aradıkları zamanlardı.
Bu duyumlar Bedri’nin annesi Felek’in kulağına geldikçe oğlu için endişeleri artıyordu. Bedri ise derslerden çok arkadaşlarıyla bol dumanlı, havasız öğrenci evlerinde bir araya geliyor, memleket meselelerini tartışıyordu. Felek, oğluna kızıyordu sürekli, “Kimdir bu arkadaşların? Neden hep sen gidiyorsun? Madem öyle onlar da gelsin buraya” deyip duruyordu. Aslında neyin nesi olduklarını merak ediyordu bu gizemli arkadaşların.
Baharla beraber havaların ısınmasıyla avludaki havuz başında hasbihal etme zamanları da başlamıştı. Artık Bedri arkadaşlarını eve getiriyor, havuzun başındaki kürsülerde saatlerce, çay ve sigara eşliğinde, bazı kitap ve dergilerden sırası gelen kişi yüksek sesle bir şeyler okuyor, sonra da bu okudukları üzerinden derin bir tartışmaya başlıyorlardı.
Avlunun bir köşesine ilişip örgüsünü örerken kulak kabartıyor ama ne okunanlardan ne de konuşulanlardan bir şey anlıyordu Felek. Yine de memnundu bu durumdan, hiç değilse Bedri evdeydi ve gözünün önündeydi. En azından geç saatlere kadar eli yüreğinde oğlunu beklemek zorunda değildi.
Bir de bir kızcağız vardı aralarında. Manisa’dan gelmiş, adı Sibel’di. Sibel sürekli “Antikapitalizm, antiemperyalizm” diye başlayan cümleler kuruyor, Felek’in anlamadığı bu kelimeleri arkadaşları ağzı açık dinliyordu. Ve her seferinde Felek mutfağa giderken peşinden gelip, “Lütfen anacığım sen zahmet etme. Biz kendi işimizi kendimiz görürüz” diyerek yardım etmeye çalışıyordu.
Ancak pek bir sakar olan Sibel, her seferinde ya çay kavanozunu deviriyor, ya şekerdanlığı elinden düşürüyordu. Bir gün yine antiemperyalizm, antikapitalizmle devam eden konuşmalardan sıkılan Felek, demlediği çayı doldurmak için mutfağa doğru ayaklanırken Sibel atladı: “Çok yorduk seni bir sürü yemek yapmıştın zaten. Ben hallederim” dedi.
Felek istemeden de olsa kabul edip oturdu yerine. Çok geçmeden mutfaktan bir sesle herkes irkildi. “Şangırr!” Sibel mutfaktan avluya açılan kapıdaki basamağa takılıp sendelemiş, elindeki çay tepsisini devirmişti. 6’lı çay takımındaki 4 bardak mevta olmuştu. Felek dayanamadı. Ve gayriihtiyari sesini yükselterek: (Ooooooy! bu antigêje evimde kadeh bırakmadı (gêj: Kürtçe’de sersem anlamına gelir)
Geçtiğimiz hafta Melikahmet’te bulunan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne ait Kürt Sözlü Edebiyatı’nı gelecek nesillere aktaran dengbêjlik kültürünü yaşatmaya yönelik Dengbêj Evi’ndeydik. Tarihi bir Diyarbakır evi olan Dengbêj Evi, dengbêjlerin derleme çalışmalarını yapabilecekleri ve gelen konuklarla insana huzur veren avlusunda klamlarını paylaşabilecekleri özgün bir yapı.
Bu kez ziyaretimizin amacı klam dinlemek değildi. Çünkü iki ayı geçkin bir süredir sokağa çıkma yasağının ve çatışmaların devam ettiği Sur’daki kıyametten o da payını almıştı. Kapısı kırılarak içeri girilen ve bodrum katının yakılarak, heykellerin kırıldığı, eşyalarının tahrip edilerek, avluya atıldığını içimiz ezilerek izledik.
Bomba seslerinin altında, evin sorumlusu yaşanan tahribatı kayıt altına almak amacıyla fotoğraf çekmemiz için bizi yönlendirirken, mutfağın olduğu bölüme girdik. “Bütün bardaklarımızı kırmışlar” dedi. Kırılır, yakılır, yıkılır. Bu manzaralar artık çok tanıdık ne yazık ki. Cizre’de yakılan insanların görüntülerini gördükçe ‘kırılan sadece bardaklar olsaydı keşke’ demekten kendimizi alamıyoruz.
Çünkü Cizre’de üç ayrı bodrum katında yaşanan vahşette 181 cenazenin kayıtlara geçtiği söyleniyordu. O bodrumda günlerce yaralı halde ambulans beklerken yakılarak, tanınmaz halde çıkartılan cesetleri anımsadıkça, öldürüldükten sonra teşhir edilen çıplak kadın bedenlerini gördükçe, Dengbêj Evi’nin yakılan bodrumunda kafası kırılanların sadece heykeller olmasına şükrediyoruz. Cizre’deki operasyonun tamamlandığını belirten İçişleri Bakanı Efkan Ala, viraneye dönen koca bir ilçeyi görmezden gelip, operasyonun başarılı bir şekilde sona erdiğini duyurmuştu.
Bu güzelim tarih kokan evlerimizde keşke tek üzüleceğimiz şey kırılan bardaklarımız olsaydı. Oysa ki; o evlerdeki, avlularımızı, o avluların ruhunu, o devrimcilerin masumiyetini, sohbetlerimizi, içilen çayları, dinlenen klamları kaybetmiştik.
Son üç gündür o evlerin bombardıman altında olan bodrumlarında onlarca Felek, Bedri, Sibel, Mazlum Dolan ve diğerleri yaşam savaşı verirken, bizler artık bize düşman olan yastıklarımızda sanrılarımızla boğuşuyoruz. Tanrılara daha ne kadar kurban gerek bilmiyoruz ama bildiğimiz tek şey biz geride kalan, yaşayan “ölü can”ların payına yine yaşamak ağrısı düştüğü.
Sibel masumdu oysa, istemeden kırmıştı bardakları. Ama ne yazık ki şimdi meydan; bile isteye başımıza yıktıkları evlerimizde kırılmadık cam, yakılmadık can koymayan, konuşmaya gelince mangalda kül bırakmayan, ‘başarılı’ operasyonlara imza atan, ‘antigêj’ tanımı bile masum kalacak siyasetçilere kalmıştı. (BD/EKN)