Koronavirüs sebebiyle ölenlerin cenazeleri malum nedenlerden dolayı normal defin prosedürlerinden epeyce farklı ve en hızlı biçimlerde kaldırılırken, yakınlarını kaybedenlerin yas sürecini gerektiği gibi yaşayamadıkları aşikâr.
Bu vaziyetin, tüm dünyada artan ölüm vakalarıyla orantılı olarak toplumsal travmalara dönüşeceğini öngörmek de mümkün.
Ülkemizde de bir türlü gündemden düşmeyen kayıp vakalarında, izi bulunamamış kişilerin yakınlarının maruz bırakıldığı belirsizliğin ise hepsinden zor bir dinamik olduğu zaten su götürmez bir gerçek.
Bu arada hayatta tamamıyla yalnız kaldığı varsayılan insanlar ölüp kimsesizler mezarına gömülürken arkalarından yas tutacak veya onları hatırlayacak pek kimsenin olmadığı düşünülüyor. Bir de vefat eden kişiyle bağlantısını inkâr edip onu unutmayı tercih edenler var tabii ki.
Waste No.4 New York, New York (4 No.’lu Çöplük New York, New York) başlıklı belgesel, kentin kimsesizler mezarlıklarının tarihçesini ayrıntılarıyla aktarırken seyirciyi tefekküre sevk ediyor. Yönetmenliği Finlandiyalı Jan Ijäs’a ait, Hollanda’nın Rotterdam ve Finlandiya’nın Tampere festivalinde yer alıp ikincisinde özel mansiyona layık görülen film Türkiye’de bilhassa azınlık mezarlıklarına reva görülenleri de ister istemez akla getiriyor.
20 dakikalık filmin son kısmında ikiz kulelerinin hafriyatını da barındıran, dünyanın en büyük çöp alanı Fresh Kills’e uğrarken atık meselesinin nasıl bir belaya dönüştüğünü de bir kez daha idrak ediyoruz.
New York deyip geçme…
Gezegenin gözbebeği kentlerinden New York’un parlak imajının gizlediği, fazla irdelenmemiş, nispeten karanlık bir mevzuyla karşı karşıyayız. Yüzyıllar boyunca, şehir genişledikçe gözlerden uzak yerlere ve bilhassa adalara konumlandırılmış kimsesizler mezarlığı bir dönem işlevini yürüttükten sonra kentsel doku tarafından yutulur hale gelmiş ve tekrar tekrar, muhtelif sürgünlere maruz kalmış. Mezarlığa dönüştürülecek alanın binbir çeşit hayvan barındıran bir bataklığın veya kıtanın yerlilerinin yaşadığı bir köy olmasının yetkilileri durduramadığı belli. Benzer dinamiklerde, İstanbul’un Taksim semti civarında veya Van coğrafyasında Ermeni mezarlıklarının varlığı yetkililer için engel teşkil etmediği gibi, İmroz’daki (Gökçeada) Rum mezarlıklarından birine girip mezarları talan etmek de gayet kolay olmuştu.
Madison meydanının veya Waldorf Astoria Hotel’in arazisinde geçmişte nelerin olduğunu ve akabinde toprağın altına yatırılmış olanları kim hatırlıyor acaba?
Rant için kapitalizmin yaptıramayacağı şey yok gibi, değil mi?
Toplumun dışladığı ve görmek istemediği kişilerin öldüklerinde bile ayrımcılığa tabi tutuldukları da teyit ediliyor ilginç belgeselde.
Sözkonusu kimsesizler mezarlıklarına sarı humma veya kolera gibi pandemik hastalıklar sonucunda veya büyük yangınlar sırasında topluca vefat etmiş insanlar da gömülebiliyormuş.
Yönetmenin belgeselde ölçülü olmaya çalıştığı kadar kinaye aracılığıyla eleştirel duruşunu yansıttığı rahatlıkla söylenebilir. Cenaze masrafını karşılayamayanlardan tutun, kölelere, suçlulara, ruh hastalarına, öksüz ve yetimlere varana kadar hepsine empatiyle yaklaşıldığı belli.
Foyaları eninde sonunda ortaya çıkar…
Siyah beyaz görüntüler eşliğinde New York’un bu hususi mıntıkalarını tarihsel sırayla ziyaret ederken gittikçe artan dozdaki bir kasvete doğru sürükleniyoruz. Rebecca Clamp’in sakin sakin seslendirdiği metinde East River adını taşıyan halicin üzerindeki Williamsburg köprüsünün altında, mevsimlik de olsa, gayet kalabalık bir kimsesizler mezarlığının oluştuğunu öğreniyoruz. Kış vakti sarhoş olduktan sonra New York limanına düşüp boğulanlardan yine oralarda intihar edenlere, ayrıca karanlık cinayetlere kurban gidenlere varan yine geniş bir spektrum sözkonusu. Fakat kışın su soğuk olduğu için dibe batan cesetlerin baharda denizin ısınmasıyla şişerek su yüzüne çıkıp akıntılar yüzünden halicin belirli bir yerinde birikmelerine kimse engel olamıyor. Çanakkale Boğazı’nın akıntısıyla Türkiye’den Limni adasının sahillerine vuran cesetler misali!
New York’taki mezarlıkların bir diğerinde, geçmişte doğru dürüst gömülmemiş bedenlerin aç köpekler tarafından ortaya çıkarıldığına, sokakta vakit geçiren çocukların kafataslarıyla oyun oynadığına da vâkıf oluyoruz. Coğrafyamızdaki bazı hadiseleri de hatırlatan bu dinamik bir yana, mezar soyguncuları orada da bilinen bir klasik!
New York’un adalarından Hart’ta tahmin edilebildiği kadarıyla 1 milyon kişi defnedilmiş olduğu için oradaki ABD’nin en geniş mezarlığı sayılıyor. Haftanın dört günü Queens, Brooklyn, Manhattan ve Bronx’tan adaya getirilen mahkûmlar saati 50 cent karşılığında gömü işlerinde çalıştırılıyorlar. Toplu mezarlar yetişkinler mevzubahis olduğunda 150 kişi için kazılıyor, ayakkabı kutusu büyüklüğünde bebek tabutlarının defnedildiği her bir alanın kapasitesi 1.000.
Orada insanlar cenazesiz toprağa veriliyor, dinlerinden bağımsız olarak hepsi aynı işleme tabi tutuluyor.
Adada bir adet müstakil çocuk mezarı var, o da 1985 yılında AIDS’den ölen ilk çocuğa ait. O zamanlar hastalığın bulaşma gücü tam olarak bilinmediğinden, hatta diğer mezarlarda yatanlara da hastalık bulaştırabileceği korkusuyla o cansız beden diğerlerinden çok daha diplere gömülmüş.
Türkiye’den akla gelen paralel bir örnek hainlerin gömüldüğü mezarlık olabilir mi?
Fidye için kaçırılmış cesetler de unutulacak gibi değil bittabi!
Ya Kıbrıs’ta iki milletin de kamufle etmeye çalıştığı toplu mezarlar ne olacak?
Çöpe atmak kolay…
Filmin son durağı, belki de toplumun ve sistemin bünyesi dışına atmaya çalıştıkları bağlamında, 1948’den 2001 yılına kadar kent çöpünün esas adresi Fresh Kills.
Seneler içinde atık mıntıkası o kadar genişlemiş ve yükselmiş ki, New York havaalanına inişlerin ve kalkışların tehlikeli olmaya başladığı anlaşılmış. Fakat çöplük kapatıldıktan kısa bir süre sonra ikiz kuleler yıkılınca atıkları yine de oraya yığılmış, tespit edilemeyen, insan bedenlerinin parçaları dahil!
Yönetmen geri ve ileri dönüşüm furyasından önce oluşturulmuş, Gize’deki Keops piramidinden 25 kat büyük atık alanının insanlık arkeolojisi açısından çok değerli içerikle dolu olduğunu seyirciye hatırlatıyor. İkiz kulelerdeki paha biçilmez sanat eserlerinin kalıntıları dahil New York’luların hayat alışkanlıkları açısından birçok veriyle rahatlıkla karşılaşabileceğimiz anlaşılıyor. Fakat kesin olan bir şey varsa o da orada birikmiş atıkların çevreyi fazlasıyla tehdit etmesi ve etkilerinin binyıllar boyunca bize eşlik edeceği.
Ne de olsa belgeselde “Çöp bir ülke olsaydı, orası başkenti olurdu” deniyor muzipçe; gezegenimizde o her an infilak edebilen çöp başkentlerinden ve ayrıca toprağın altında kimliksiz yatanlardan o kadar çok var ki! (RL/AS)