Derik’ten sabah saatlerinde çıktığımız filyasyonun son vakasına gidiyorduk. Batmak üzere olan güneşin kızıla boyadığı tozlu ve çukurlu yollardan sonra bahçesinde tek tük ağaçların olduğu köy meydanına ulaştık. Zaten meskenimiz hep ya köy meydanı, ya caminin veya okulun yanı ya da su kulesinin dibi oluyordu.
Geçen hafta, ekibimizde yer alan şoför arkadaşımızın testinin pozitif çıkması nedeniyle bu hafta onun işi de bana kalmıştı. Hem araç kullanıp hem hekimlik yapmak biraz yorucu olsa da arkadaşımızın bizi yalnız bıraktığı düşüncesine kapılmasını istemiyorduk. Belki bu düşünceyle günlerce üstümüzden atamadığımız o yorgunluğu göz ardı edebiliyorduk.
Sanırım artık gerçekten bir aile gibiydik. Enfekte olan çalışma arkadaşlarımız kendi sağlığından daha çok, yanımızda olamadığı için iş yükümüzün artmış olmasına üzülüyordu.
Ekip arkadaşım, yorgunluğunu resmeden sesiyle hastayı arayıp 'Abi eviniz ne tarafta, nereden gelelim?' dedikten sonra telefonun sesini dışarıya almıştı. Telaşı sesini titremesinden anlaşılan hastamızın Kürtçe-Türkçe karışık zar zor verebildiği adres tarifiyle, evlerinin köyün arkasında bulunan tarlaların birinde olduğunu anladık. Köyün biraz dışında, sıvasız, derme çatma bir evin karşısında bizi yolda karşılayacağını söylüyordu. Yolun uzaması, bizde dile getirilmeyen bir üzüntüye neden olsa da gideceğimiz evin son vaka olması bizi biraz teselli etmişti.
Ev sulama için yapılan kuyuya yakın bir yerdeydi, sulama işleminden dolayı da yer yer çamurlaşan dar bir yola girdik. Zar zor ilerlemeye çalışırken az ötede birinin bize el salladığını gördük. Nihayet bata çıka evi bulmuştuk. Arabayı park ederken, annelerinin yanında duran ve küçücük gözleri ile bizi süzen 3 çocuk dikkatimi çekti. Bakışlarından 'bunlar kim, ne işleri var burada' der gibiydiler. Haksız da sayılmazlar hani.
Giydiğimiz elbiseler ve elimizdeki malzeme kutularıyla çok tuhaf görünüyorduk gerçekten. Onlara doğru gittikçe, -minik yüreklerinin heyecanından olsa gerek- anne ve babanın arkasına sığındılar. Bizden korkmuş olduklarını düşünmek istemiyorum, ‘heyecandır’ diyorum…Geçmiş olsun dileklerinden sonra ateşler ölçüldü, şikayetler sorgulandı. Her şeye rağmen hastanın şikâyetlerinin hafif olması ve diğer aile bireylerinin şikayetlerinin olmaması bizi birazcık sevindirmişti.
Temaslı olanların tespitini yaparken, Azad isminin geçmesiyle en fazla beş yaşlarında küçük bir bedenin yana doğru hareket ettiğini fark ettim. Neredeyse yüzünün hepsini kaplayacak büyük gözleri, esmer teni, ters giydiği tozlu terlikleri ve hatta ters giydiği pantolonu ile Azad karşımda duruyor, ürkek bakışlarıyla beni süzüyordu.
"Abla, Azad terliğini ve pantolonu neden ters giymiş" soruma annesinin "Hocam, ne yapsak da her şeyi ters giyiyor, zaten bu çocuk doğarken de ters gelmişti" cevabıyla o gergin ortam yerini havada uçuşan kahkahalara bıraktı. Ah Azad, günün sonundaki yorgunluğumuzu bizi güldürerek alan Azad, gergin günümüzü neşeye boğan Azad, sen hep sağlıklı ve mutlu olasın...
Artık işlemler bitmiş, gitme vakti gelmişti. Aileye hastalıkla ilgili eğitim verilip önerilerde bulunduktan sonra karantina sürecini aktarma vaktiydi. Aileye ‘bu süre zarfında dışarı çıkmak yok’ demem ile, Azad, büyük yüreğinin verdiği heyecan ve güvenle babasının bacağını tutup 'öyleyse alışverişe ben giderim' diye bağırdı. Babası 'sen de çıkamazsın' deyince bir suskunluk kapladı Azad'ı, tarif edilemez bir hüzün.
Gülümseyen o kocaman gözler hüzünle yere bakıyor, ters giydiği terliğinin ucuyla toprağı eşeliyordu. Babası, Azad’a takılı kalan bakışlarımı fark etmiş olacak ki, durumu anlatma ihtiyacı hissetti.
Meğer Azad'ın en büyük zevki, haftanın bir günü, sabahın erken saatlerinde köy dolmuşu ile babasının kucağında ilçeye gidip alışveriş yapmakmış. Hatta alacağı şeyleri akşamdan tekrarlarmış ama hiç de değişmezmiş.
Ertesi günün heyecanıyla erkenden uyurmuş. Aldığı ise, bir tane çikolata ve bir tane şekerden ibaretmiş. Bu hayalle erkenden uyurmuş Azad. Kardeşlerine de aynısından aldırırmış ama aynısından, aynı renk, üstünde aynı yazıların olduğundan. Yarın da alışveriş günüymüş ama Azad bakkala gidemeyecekti ve çikolatasını alamayacaktı.
Dünya durmuş olmalıydı, durmamışsa bile bir çocuğun sevincini, hayalini çaldığı için utanmış olmalıydı. Ekonomik ve politik kaygılar ile salgın yönetiminde eksikliğe neden olan hangi yetkilinin makamı Azad'ın çikolatası kadar değerli olabilirdi ki? Korunma önlemlerine aldırış etmeden yapılan hangi düğün, nişan, doğum günü kutlaması Azad'ın alışveriş yaparken duyduğu sevinci verebilirdi ki?
Azad çikolata alamadıktan sonra salgının kontrol altında olduğunu söylemenin, akşam verilen vaka sayılarını sıfır göstermenin ne önemi var ki? Evet, sanırım bir şeyler hayatımızda değişti, değişiyor da, belki daha da değişecek. Peki, daha salgının ne olduğunu bilmeden, okula gidemediği için eve hapsedilen ya da aile içi işlerde çalışmak zorunda kalan ya da gelir amacıyla zorla çalıştırılan çocuklar ne olacak?
Halkın yaşadığı ekonomik, sosyal ve psikolojik sıkıntılardan bihaber; parfüm kokulu lüks makamlarında oturarak salgın yönetimine dair kararlar alan yetkililer yaşanılanların farkında mı?
Geleceğimiz dediğimiz, canımız çocuklarımızın yaşadıklarından, dahası kendisine ve kardeşlerine çikolata alamayacak olan Azadlardan haberleri var mı?
Aldıkları karalarla ve yetersiz önlemlerle daha kaç çocuğun hayalinin katili olacaklar? Bir gün başlarını kaldırıp, her an çocuklukları, hayalleri çalınan çocukları görecekler mi? Çöken karanlığın içinde sorulması gereken o kadar çok soru vardı ki… Konuşsam dilim yanar, sussam kalbim hesabı. Ama artık gitme vaktiydi.
Cevaplanmayan sorularla, çöken hüzünlerle oradan uzaklaşma vaktiydi. Çocuklar gözlerimizden uzaklaştıkça, onların sevinçlerinin, hayallerinin katili olmanın verdiği acı yüreğimizde ağırlaşıyordu.
Suçlu hissediyordum, politika yapıcıların ve karar alıcıların bir çocuğun bakkala koşarak çikolata alma hayalini katletmelerinin tetikçisiydim.
Kaç gündür aklımda, Azad'ın o kocaman gözlerindeki hüznü ve ayağını toprakta gezdirmeleri var. Ama az kaldı koşarak bakkala gitmesine. Çünkü ben de gün sayıyorum. Ne zaman ki bilsem çikolatasını büyük bir sevinçle yediğini, işte o zaman azad edeceğim kendimi... (ÖB/NÖ/EMK)
*Fotoğraf: Pixabay