* Fotoğraf: Pexels
Uzun süredir iş hayatı ve iş hayatının getirdiği yüz binlerce zorluk yüzünden yazı hayatıma vakit ayıramamak beni üzüyordu. Sürekli ısmarlama şeyler yazmak, insanın yazıyla kurduğu (ya da kurmaya çalıştığı) ilişkiyi zedeliyor.
Ne zamandır aklımda yazmak üzerine bir şeyler anlatma arzusu vardı. Yazmak üzerine üç beş ahkâm kesmeye çalışacağım. Ahkâmımın ilki de son zamanlarda (özellikle pandemiyle birlikte) sayıları oldukça artan yazma atölyeleri üstüne olacak.
İmge Ankara’da çalışırken, dört kişilik bir arkadaş grubumuz vardı. İyi anlaşan, beraber çalışmaktan hoşlanan bu dört genç olarak sıklıkla kitaplardan, yazarlardan, yazmaktan falan da konuşurduk. Ben o zamanlarda da öykü yazarıydım.
Notos’un dijital ayağı Oggito’da yeni yeni yayımlanmaya başlamıştım ve sıktığım taşın suyunu çıkaracağımı zannediyordum. Yazmaya karşı büyük laflarım, yazarlara ve kitaplara karşı gerekli gereksiz eleştirilerim vardı. Güzel günlerdi bunlar.
Sonra hayat beni büyüttü tabii. Daha temkinli olmaya, dinlemeye ve anlamaya çalışmanın, kesinlikten ve keskinlikten daha önemli olduğunu fark ettim.
Bunların bir önemi yok ama şimdi, anlatmak istediğim, bu dört arkadaş grubundan ikisi bir yazı atölyesine katılmaya karar verdi. Ben, arkadaşlarımın bu kararını pek ciddiye almadığımı hemen ifade edeyim.
Bana göre bu atölyecilik işleri oldukça gereksizdi. Ha, hâlâ gereksiz gelir, ama oldukça değil.
Ya Dostoyevski, Tolstoy, Zola?
Arkadaşlarım ciddiydi, defterlerine notlar tutuyorlar, alıştırmaları yapıyorlar, her hafta aksatmadan yevmiyelerinin eksik yatmasını göze alıp atölyeye yetişmek için işten erkenden çıkıyorlardı. Gitmeyenler olarak onları yakaladık mı pek de bir alaya alıyorduk.
Arkadaş sohbetleri işte, keyifli, eğlenceli. Fakat aynı benim gibi bu tür atölyelere soğuk duran arkadaşım, diğer ikisine şöyle bir soru sordu: “Abiler,” dedi. “Size bir şey soracağım şimdi, ama ciddi soruyorum.”
Dükkânın köşesinde gizli gizli sigara içiyorduk, patron enselemesin diye de erketeye yatmışız. “Buyur, sor,” dediler. Sordu: “Ya, şimdi biz senelerdir kitapçıda çalışıyoruz. İyiyiz güzeliz.
Kitaplara, yazarlara, yazmaya karşı falan bazı düşüncelerimiz var. Elimizden her gün yüzlerce kitap geçiyor. Kimisi iyi kitaplar kimisi kötü. Biz hep iyi olanları konuşuyoruz ve onları kerteriz alıyoruz. Yanlış mı, hayır. Çünkü kötü örnek, örnek değildir.
Sorum da şu:
"Dostoyevski, Tolstoy, Zola, Dickens falan okuyoruz. Abi, bunların hangisi yazmayı yazı atölyesinden öğrenmiş ki?Bunlar, oturup yazmak dışında ne yapmışlar yani?”
Soru, arkadaşımın dişlerinin arasından fırlayıp ses boyutunu aldığında ben dâhil herkes afallayıverdi. Doğru bir soruydu. Hakikaten, diye düşündüm, hakikaten, bu büyük yazarlar yazmak dışında ne yapmışlardı da sanki böyle büyük olmuşlardı.
Hiçbir şey yapmamışlardı. Sadece oturup yazmışlardı. Nasıl yani, değil mi? Ama öyle. Saatlerce, günlerce, aylarca, bazen yıllarca oturup yalnızca ve yalnızca, hayat onları alıp sürüklediğinde bile yazmışlardı ve yazmışlardı.
Eee, bundan daha büyük bir atölye olabilir miydi ki?
"İyi metin"-"kötü metin" paradoksu
Sorunun akabinde tartışma alevlendi. O zamanlarla bu zamanların farkı, yayıncılığın piyasası, iyi metin-kötü metin, yazmanın da öğrenilebilir, teknik bir şey olduğu falan konuşuldu. Doğrudur.
O zamanlar yazmanın, teknik taraflarını görmezden gelirdim. Teknikten çok, duyguyla alakalı yanlarını önemsemek benim için daha uygundu. Sonra sonra, yazmanın ne kadar teknik bir şey olduğunu da anladım.
Yazmak çok teknik bir olay, ne yalan söyleyeyim: Bir marangozun masa yapması kadar hem de. O marangoz, eğer çıraklık devrini yaşamazsa, usta olamaz.
Bir yazar adayı da önce pişmeden, iyi bir metin kaleme alamaz. Düşüp kalkması, öğrenmesi, yayınevlerinden yüzlerce kez reddedilmesi lâzım gelir. Bunlar, kötü deneyimler gibi gelir yazan kişiye.
“Reddedildim”, “yine olmadı”, “başaramadım”, “beni anlamadılar”, “kendileri kaybetti”. Halbuki bu refleksler, kavun aşılı karpuz kadar lezzetsiz reflekslerdir. İnsanın yazdığına birkaç adım geri çekilip bir durması ve düşünmesi gerekir. Şöyle devam edelim:
“İyi metin, her zaman yolunu bulur,” demişti, çok sevdiğim ve çok başarılı bulduğum bir yazar abim. İyi metnin peşine düşmek zor bir süreç. Yalnız geçirilen onlarca saat. İç sıkıntısı.
Gösterilen iradenin gücü, zaman zaman zayıflaması, koptuğu yerden tekrar birleşmesi, falan da falan. Ama bu zor sürecin, bir yazar adayının tek görevi olduğuna inanıyorum.
O süreçten kaçmak ya da o süreci kolaylaştırmaya çabalamanın bir alemi yok. Çünkü yazmak, bu hezeyanlarıyla güzel.
Yazmak zaten bu hezeyanların çarpım tablosu. Belli değerlerle oynamaya başladığımızda, geriye sabun köpüğü üretimler dışında elimizde avucumuzda ne kalır ki?
Yazı atölyelerinin de (ders programlarıyla, yürütücüleriyle, atölyeyi ele alış şekilleriyle bambaşka bir yaratım alanı sunan bazı önemli girişimleri tenzih ederek söylüyorum), yazar adayının içini boşalttığını düşünmemek elde değil.
Ona kolay yolu sunmak, teknikleri hap şekilde vermek, basit alıştırmalara dayanıp üretim olgusunu basitleştirmenin ilgili adaylara yarardan çok zarar verdiğini anlamak mümkün.
Üstelik bazı atölyeler, işi o kadar abartıyor ki: Atölyeye herhangi bir metinle katılmanın şart olmadığını söylüyorlar ve bunu da sanki çok mühim bir açılım yapıyorlarmış gibi sunuyorlar.
Hız: Dost mu? Düşman mı?
Hem yazmak üzerine atölye yapıyorsun hem de diyorsun ki, yazmıyorsan da olur. Heyt be. Trajikomik.
Yazı atölyelerinin, hızla akıp giden ve bu hızın hayatlarımızın temeli olduğu yeni, modern ve cesur dünyamızın bir ürünü olduğunu düşünüyorum. Hız. En önemli şey hız. Hız satıyorlar. Halbuki hız, yazının en büyük düşmanı değil miydi?
“En kısa sürede, gereken en az saat aralığında, sadece haftada bir gün” bize kimse yazmayı falan öğretemeyecek ne yazık ki. Yine de biz vitesi şöyle artıralım: Ben, kendimce, herkesin yazı yazabileceğine inanıyorum.
Yazmaya yeterince vakit ayıran, üstüne düşünen, okuyan ve beslenmeye aç herkes bir gün etkili metinlerin yazarı olabilir. Anahtar da burada değil mi zaten:
Vakit ayıran, düşünen, okuyan ve aç olan. Dolayısıyla yazı atölyeleri, yemekten önce yenilen bir tür abur cubur sanki. Açlığı bastırır belki, yine de hiçbir zaman doyurmaz. Açlıktan korkmamak lâzım.
Yazmaya duyulan açlığın dışında, dünyanın hiçbir açlığının doyurucu bir tarafı yoktur. Aç kalalım. Oturalım. Yazalım. Yazmanın tek bir kuralı vardır, o da şudur: Yeterince yazıyorsanız, almanız gereken hiçbir ders yoktur. (EDK/AS/PT)