Sabah yürüyüşünde, Yeşilyurt sahiline inen merdivenin başında yatarken rastladım ona.
Kalp krizi geçirmişti...
Kimse dönüp bakmamıştı, zayıflamak ve ömrünü uzatmak isteyenler aynı yoldan geçip gidiyorlardı olup bitenlere aldırmadan.
Sanki o gün orada tek o değil, insanlık da ölmüştü...
Hemen aceleyle yakınımızdaki hastaneye kaldırdık, ama geç kaldık.
İstilyanos Panu ölmüştü...
Stelyo’yu 1976 yılından beri tanıyordum. Kurtuluş'ta yan binamda otururdu ve yürüme engelliydi.
Yıllar sonra onunla tesadüfen, bu kez Yeşilyurt'ta, yan yana iki binada komşu olmuştuk. Stelyo gününü kapının önünden geçenlerle yaptığı sohbetle sürdürürdü.
Herkese hal hatır sorar ve “Kendine iyi bak... Arabalara dikkat et” diye uyarırdı.
Ona Aristo ismini takmıştık, bazen bize “Gölge etme başka ihsan istemem” derdi Diyojen gibi...
İstilyanos öldüğünde kimsesi yoktu yanında. O da yaşanan trajedilerin ardından nüfusu azalmış, yalnız yaşayan bir Rum vatandaşımızdı...
Akrabaları göçüp gitmişti, bir o kalmıştı bu ülkede tek başına... Nedense gidememişti, bir başına, yalnızdı. Ve kimsesizdi.
Belki yürüyebilseydi o da alır başını giderdi buralardan... Belki o zaman bize bir mezar yeri daha kalırdı.
Ataları binlerce yıl önce bu kenti kurmuştu, onun anayurdu burasıydı, onun için buradan kopamıyordu...
Kim bilir kimin oğluydu; belki Ayasofya'yı yapan ünlü mimar Miletli İsidoros'un torunuydu, belki de Galata Kulesi’ni yapan Anastasius'un sülalesindendi veya Kariye Manastırı’nı yapan Aziz Thedius'un soyundan geliyordu...
Hiç birimiz onun kimlerden olduğunu bilemedi, göçüp gitti bu dünyadan... Ama mensubu olduğu toplumun bize bıraktığı kültür mirasının ilelebet bu topraklarda yaşayacağı kesin.
Üç gün sonra cenazesi Kurtuluş’ta bulunan Aya Dimitri Kilisesi’ne getirildi. Yıllarca her gün önünden geçtiğim bu kilisede ilk defa bir cenaze törenine katıldım.
Muazzam bir tabut ve çok güzel çelenkler arasında yapıldı tören. 25 kişi kadar akraba ve dost bir araya gelmişti. Çoğu Atina'dan gelmişti, çok üzülüyorlardı, acıyla ağlamaları beni duygulandırdı.
Oradan Stelyo'yu hemen yakınındaki Rum mezarlığına götürdük. Babasının mezarında sonsuzluğa uğurladık.
Eskiden bu mezarlığa giden yolda evimiz vardı. 12 Eylül olunca kitaplarımızı bu mezarlıkta saklamıştık, o günler geldi aklıma, zulüm günleriydi. Kitap yasaktı, düşünmek yasaktı.
Bir kez daha o günleri hatırladım...
Nazım Hikmet’in şiir kitaplarını buraya saklamıştık.
Sonra ekmek, bir kadeh şampanya, lokum ve kahve ikram edildi özel bir salonda...
“Çok azalmışsınız” dedim toplananlara...
“Burada, mezarlıkta çoğalıyoruz” dediler.
Gördüm ki bu insanlar buranın ayrılmaz bir parçası, temelleri derinlerde.
Ben İstanbul’a 1973 yılında geldim. Ya sen? Onlar binlerce yıldır buranın kadim halkı...
Toprakları alıp götürmek için değil, altına girmek için bu topraklara sevdaları devam ediyor...
Sonra bir zamanlar Kurtuluş’un ve İstanbul’un en ünlü gazinocusu ve restoranının sahibi Madam Despina'nın mezarını gördüm.
Gördüm ki orada çoğalmışlar. (NA/ÇT)